29 Aralık, 2009

Ölülerin Dedikleri; Maupassant'dan alıntı...


Ölülerin Dedikleri

O'nu bir deli gibi sevmiştim.İnsan niçin sever? Dünyada tek bir varlık tanımak, kafamızda tek bir düşünce. Kalbimizde tek bir istek, dudaklarımızda tek bir isim yaşatmak. Garip bir şeydir bu; öyle bir isim ki, kaynaklarından fışkıran su zerreleri gibi, ruhumuzun derinliğinden dudaklarımıza kadar yükselir; bu ismi her yerde, her an bir dua gibi yavaş sesle fısıldar ve tekrarlarız.
Burada serüvenimizi anlatacak değilim ben; aşkta tek bir serüven vardır zaten; hep aynı şeydir o; tanıştık, anlaştık, seviştik; hepsi bu kadar. Tam bir yıl onun kolları arasında, onun akşamlarıyla, onun bakışlarıyla, onun sözleriyle sarhoş, onun varlığından kopan her şeye o kadar bağlı, o kadar sarılmış, öylesine hapsolmuş yaşadım ki, vakit gece miydi, gündüz müydü, ben diri miydim, ölü müydüm, bu dünyada mı, başka alemlerde mi yaşıyordum? Bilmiyordum.
Ama öldü işte. Nasıl öldü? Niçin öldü? Bunun da pek farkında değilim.
Yağmurlu bir akşam, iliklerine kadar ıslak döndü eve; ertesi gün öksürmeye başladı; bir hafta öksürdü, sonra yataklara düştü.
Ne olmuştu? Başından neler geçmişti? Bilmiyordum.
Doktorlar geldiler, gittiler, yazdılar, çizdiler, çeşit çeşit ilaçlar verdiler, hiçbiri kar etmedi.
Bir hastabakıcı kadın tutmuştum.Bu kadın, verilen ilaçları içiriyordu. Ben boğazım
hıçkırıklarla düğümlenmiş halde konuşuyordum onunla. Alnı nemliydi, avuçları ateşler içinde yanıyordu; bakışları parlak ve mahsundu. Kesik kesik bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Neler söyledik birbirimize? Unuttum artık bunları; hepsini, hepsini unuttum.
Bir sabah şafak sökerken son nefesini verdi. Titrek dudaklardan uçup giden bu hafif, bu ölgün nefesi çok iyi hatırlıyorum. Hastabakıcı kadın hıçkırmaya başlamıştı ve ben, herşeyi anlatmıştım.
Ondan sonrasını hatırlamıyorum artık. Bir papaz gördüm: "Metresiniz," diye konuşmaya yelteniyordu. Bunu söylemeye hakkı yoktu. O, benim metresim değildi;
anam, babam, kardeşim, sevgilim, Tanrım, her şeyimdi. Bu kaba herifi kovdum, onun yerine bir başkası geldi. İyi kalpli, iyi huylu bir adamdı; bana 'sevgilimden' söz açınca acı acı ağladım.
Gömülme işi için binbir şey soruyorlardı; hiçbiri hatırımda kalmadı; yalnız tabutu ve tabutu çivileyen çekiçlerin tok seslerini hatırlıyorum. Ahhh, Tanrım!
Onu bir çukura gömdüler. Birkaç kişi, birkaç dost mezarlığa kadar gelmişlerdi. Daha fazlasını görmek istemedim. Kaçtım, deliler gibi, serseriler gibi dolaştım sokaklarda. Bir otelde sabahladım o gece ve ertesi sabah uzun bir yolculuğa çıktım.

Dün tekrar Paris'e dündüm.
Tekrar evimize gittim. Her şey bıraktığım gibi yerli yerinde duruyordu. Panjurlar kapalıydı; eşyayı hafif bir toz tabakası kaplamıştı; yatak odasının duvarında bir kombinezon asılıydı; baş yastığında bir çukur vardı. Onun hayatından arta kalan bu eşyayı görünce, öylesine yırtıcı, öylesine yıpratıcı bir acıya kapıldım ki, pencereyi açıp kendimi boşluğa fırlatma arzusunu güçlükle yenebildim.
Bu ev bizim aşkımıza, bizim mutluluğumuza yuva olmuştu. Bu evin duvarlarına, bu evin eşyasına, bu evin her köşesine onun teninden zerreler karışmıştı; onun nefesi, kokusu sinmişti. Sokak kapısına doğru yöneldim ve büyük boy aynasının karşısında durdum. Sokağa çıkarken o, bu boy aynasında kendini süzer, üstünün başının eksiksiz ve düzgün olup olmadığını uzun uzun incelerdi. Ayakta, tüylerim ürpererek bakıyordum bu aynaya; ona benden fazla sahip olmuş bu bomboş, dümdüz, derin cam parçasına bakıyordum. Elimle dokundum, buz gibi soğuktu. Acı veren, hüzün veren ayna. Yakıcı ayna. Yaşayan, yaşatan korkunç ayna. Üzerinde yansılarının kayarak silindiği aynalar gibi; kalplerinde yaralar açan olayları, gönüllerinde fırtınalar yaratan yaşantıları kolaylıkla unutanlara ne mutlu.
Evden çıktım. mezarlığa gittim. Onun mezarını buldum; gösterişsiz mermer bir haç; haçın üzerinde şu kelimeler;

Sevdi, sevildi, öldü.
Alnımı toprağa koydum, hıçkırmaya başladım. İşte o buradaydı, bu toprağın altında çürüyüp gitmişti. Bu ne korkunç şeydi Tanrım!

Uzun süre, uzun bir süre kaldım orada. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Birdenbire çılgınca bir arzuya kapıldım: Bu son geceyi sevgilimin yanında geçirmek. Ama beni görürlerse çıkarırlardı mezarlıktan; çünkü mezarlıkta gecelemek yasaktı. Bir hileye başvurmak zorundaydım; başladım bu kayıp gitmiş hayatlar dünyasında başıboş dolaşmaya.
Yürüyor, yürüyordum. Bu diyar, öteki diyardan, yaşayanların diyarından ne kadar da küçüktü; oysa ölüler, yaşayanlardan çoktu. Hayatta olan bizlere; kaynaklarının sularını, bağların şaraplarını içen, tarlaların ekmeğini yiyen bizlere yuvalar dar geliyordu; ölülere, toprağa düşen insana ise basit bir mezardan başka hiçbir şey kalmıyordu. Toprak onları alır, unutulmak onları örter ve her şey orada biter.
Bakımlı mezarların bir ucunda bakımsızlar çarptı gözüme. Burada mezarlar çökmüş, haçlar eğri büğrü olmuş ve çürümüştü. Bu mezarlığa yarın, üst üste başka ölüler gömülecekti. Yaban gülleriyle dinç, kara servilerle süslü bir yerdi burası; insan etiyle beslenen muhteşem, hüzünlü bir bahçe.
Ve ben burada yalnızdım: Ölüler diyarında yaşayan tek canlı. Gür bir ağacın sık dalları arasına gizlendim; gemi kalıntısına sarılmış kazazedeler gibi ağacın gövdesine sarıldım ve havanın iyice kararmasını bekledim, sonra tekrar toprağa indim, bir gölge gibi ağır, sessiz adımlarla tekrar yürümeye başladım.
Uzun süre yürüdüm. Onun mezarını bulamıyordum artık. Ellerimi kullanarak ayaklarımla, dizlerimle, göğsümün üzerinde, başımı mezarlara çarpa çarpa yürüyor, ama bu mezarı bulamıyordum. Yolunu bulmaya çalışan körler gibi, taşlara, haçlara, parmaklıklara dokunuyor, çiçeklere, çelenklere sürtünüyor, parmaklarımı kitabelerin üstünde gezdirerek karışık isimler okuyordum.

Nasıl bir geceydi bu Tanrım, nasıl bir korkunç geceydi. Ayışığı yoktu; zifiri karanlık koyu bir perde gibi yeryüzüne abanmıştı. Bu eğri büğrü, daracık yollar sıra sıra serviler, mezarlar arasında aldı beni bir korku, bir dehşet: Sağımda, solumda, önümde, arkamda mezarlar, mezarlar, mezarlar. Mezarlardan birinin üstüne çöküverdim, çünkü bacaklarımda bedenimi taşıyacak yük kalmamıştı artık.
Kalbimin çarpıntısını dinliyordum. Kulağıma acayip sesler geliyordu; belirsiz, anlaşılmaz uğultulardı bunlar; derin geceden mi, insan kadavraları saçılmış toprağım altından mı, yoksa doğrudan doğruya bilincini yitirmiş kafamın içinden mi geliyorlardı? Bilmiyordum. Karanlık çevreme bakınıyordum.

Böyle ne kadar kaldım orada? Korkudan felce uğramış gibiydim; sarhoş gibiydim; köpekler gibi ulumak; uluya uluya gebermek istiyordum.

Birdenbire sarsıldım: Bana üstünde oturduğum mezar kapağı kımıldıyormuş gibi geldi; evet. Evet, yanılmıyordum; birisi içerden sırtıyla bu kapağı kaldırıyordu. Bir sıçrayışla kendimi karşıdaki mezarın üstüne attım ve gördüm: Kapak taşı dimdik doğrulmuş, içindeki ölü dışarı çıkmaya, kambur sırtıyla hala mezar kapağını kaldırmaya çalışıyordu. Karanlık geceye rağmen görüyordum bunu; çok iyi görüyordum.Mezardaki kitabeyi okudum:

Burada Jak Olivan gömülüdür.
Ellibir yaşında öldü.
Herkesin sevgisini kazanmış,
namuslu, temiz bir insandı.
Tanrı'nın rahmetine kavuştu
ve mekanı cennet oldu.



Şimdi, mezarından çıkan ölü de kitabesine yazılmış olan bu satırları okuyordu. Uzun uzun okudu , sonra yerden sivri bir taş aldı, yazıları dikkatle kazımaya başladı. Çukur gözlerini harflere dikerek, teker teker, yavaş yavaş hepsini kazıdı, sonra, vaktiyle şahadet parmağı vazifesini gören el kemiğinin ucuyla, fosfor gibi parıldayan harflerle şu satırları yazdı:

Burada Jak Olivan gömülüdür.
Ellibir yaşında öldü.Kaba
davranışlarıyla, mirasına konmayı
tasarladığı babasını öldürdü.
Çoluk çocuğuna çok eziyet etti.
Çalabildiği kadar çaldı
ve sersefil öldü.


Yazısını bitiren ölü, kendi eserine hayran hayran baktı. Bense çevreme bakınca dehşete kapıldım. Gördüm ki, bütün mezarlar açılmış, ölülerin hepsi dışarı çıkmışlardı. Jak Olivan gibi onlar da mezarlarına yazılan yalanları silmişler, onların yerine gerçek kimliklerini, gerçek karekterlerini gösteren şeyler yazmışlardı.

Gördüm ki, hepsi de hayatları boyunca yakınlarına, çoluk çocuklarına karşı gaddar, kinci, namussuz, iftiracı, yalancı, hilekar, gammaz, kıskanç, hoyrat davranan yaratıklar olmuşlardı; lekesiz sayılan o iyi huylu babalar, sadık eşler, itaatkar ogullar, bakir kızlar
namuslu tüccarlar çalmışlar, çırpmışlar. aldatmışlar; en iğrenç, en karanlık, en yüz kızartıcı işlere karışmışlardı. Ve şimdi, hep birden mezarlarının kitabelerine, dünyadakilerin bilmedikleri, ya da bilmez göründükleri gerçekleri yazmışlardı.

Acaba o ne yazmıştı? Melekler kadar masum ve temiz olan o, ne yazabilirdi ki? Bir şüphe kalbimi burktu ve bu kez, artık onun mezarını kolaylıkla bulacağıma inanarak, yarı açık sandukalar, kadavralar, iskeletler arasında koşa koşa yürüdüm.

Kefeninin ucuyla güzel yüzünü yarı yarıya örtmüş olmakla beraber uzaktan tanıdım onu.
Mermer haçın üzerinde az önce okuduğum:

Sevdi, sevildi. öldü.

kelimelerini silmişti. Onların yerine şu satırları okudum:


Sevgilisini aldatmak için
evden çıktı, yağmura tutuldu,
soguk aldı ve öldü.

Beni, gün doğarken, bir mezarın üstünden yarı cansız kaldırmışlar.

GUY DE MAUPASSANT

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen blog veya yazı hakkında yorum yapın. Önerileriniz daha iyisine giden bir yol olacak...