Bir süre yazmayacağım.
Bilmiyorum.
Belki Fantastikedebiyat.com'da bir hikayem yayınlanır.
Bilmiyorum.
"Koleksiyoner". Güzel bir öykü, en azından okumaya değer.
Ne diyordum...
Ha, lafı uzatmayayım diyordum.
Önemli değil.
18 Aralık, 2010
08 Aralık, 2010
Neydi O?
Hiç içimden gelmiyor, biliyor musunuz...
Gidip temize çekmem gereken bir hikaye var, ama kalkamıyorum sandalyeden; illa tembellik yapacağım ya...
Bazen insanlar tokat yemiş gibi oluyor.
Ben ömrümde yalnız bir tane gerçek tokat yedim. O da zaten pek güçlü bir şey değildi, elimden kaçmak için atılmıştı - aptallık da burda ya; o tokat kaçmaya değil yakınlaşmaya yaramıştı.
Şimdi tokat dedim de aklıma ne geldi...
Hani ünlü "Fransız sahnesi" vardır ya... Hatırlamadınız mı? Durun anlatayım: Şimdi kadın eline bir silah alır. Karşısındaki adamı -veya kendini- öldürmekle tehdit eder adamı. Silahı beceriksizce havada sallar durur... Birkaç saniye sonra -aha!- bir bakarsınız öpüşüyorlar. Ne ilginç gelmişti ben bu işin sebebini -kısmen- sonucunu kavrayana kadar...
Bakınız sonra "göğüs yumruklama" vardır. Bu daha çok romanlarda görülür. Kadın ağlar ağlar, sinirle haykırıp anlaşılmaz şeyler söyleyerek adamın zavallı suçsuz göğüs kaslarını küçük elleriyle -her romanda kadınların elleri küçüktür!- kasap eti gibi döver.
Dalga filan geçmiyorum. İçimden geldi.
Ardından -biraz Yeşilçam'a dönelim- "Nayır! Nolamaz! Beni bahtsız yavrumuzla bırakıp gidemezsin!" denir.
Ee, hadi başka?
Ne der Poe'nun güzel Morellası:
"Bu gün en önemli gün. Yaşamak veya ölmek için en önemli gün. Toprağn ve yaşamın oğulları için güzel bir gün -ah, göğün ve ölümün kızları için daha da güzel!"
Bu gün güzel olsa gerek; saçmalıklar serbest! Şu insanlar da çok şey bekliyor; belki göründüğüm gibi değilimdir ben...
Durun, durun!
Bir şey vardı...
Şey...
Beni saçmalamakla suçlayamazsınız.
Okumayın! Boş gevezelik...
Şey gibi...
Neydi o?
.
Gidip temize çekmem gereken bir hikaye var, ama kalkamıyorum sandalyeden; illa tembellik yapacağım ya...
Bazen insanlar tokat yemiş gibi oluyor.
Ben ömrümde yalnız bir tane gerçek tokat yedim. O da zaten pek güçlü bir şey değildi, elimden kaçmak için atılmıştı - aptallık da burda ya; o tokat kaçmaya değil yakınlaşmaya yaramıştı.
Şimdi tokat dedim de aklıma ne geldi...
Hani ünlü "Fransız sahnesi" vardır ya... Hatırlamadınız mı? Durun anlatayım: Şimdi kadın eline bir silah alır. Karşısındaki adamı -veya kendini- öldürmekle tehdit eder adamı. Silahı beceriksizce havada sallar durur... Birkaç saniye sonra -aha!- bir bakarsınız öpüşüyorlar. Ne ilginç gelmişti ben bu işin sebebini -kısmen- sonucunu kavrayana kadar...
Bakınız sonra "göğüs yumruklama" vardır. Bu daha çok romanlarda görülür. Kadın ağlar ağlar, sinirle haykırıp anlaşılmaz şeyler söyleyerek adamın zavallı suçsuz göğüs kaslarını küçük elleriyle -her romanda kadınların elleri küçüktür!- kasap eti gibi döver.
Dalga filan geçmiyorum. İçimden geldi.
Sonra ölen sevgili mezardan çıkartılır... -en şairanesi budur-
Hım "gözlerini kapa!" denip öpülür...
Başka başka?Ardından -biraz Yeşilçam'a dönelim- "Nayır! Nolamaz! Beni bahtsız yavrumuzla bırakıp gidemezsin!" denir.
Ee, hadi başka?
Klişeleri sayıyoruz hadi hadi, güzel bir gün bu gün!
"Bu gün en önemli gün. Yaşamak veya ölmek için en önemli gün. Toprağn ve yaşamın oğulları için güzel bir gün -ah, göğün ve ölümün kızları için daha da güzel!"
Bu gün güzel olsa gerek; saçmalıklar serbest! Şu insanlar da çok şey bekliyor; belki göründüğüm gibi değilimdir ben...
Durun, durun!
Bir şey vardı...
Şey...
Beni saçmalamakla suçlayamazsınız.
Okumayın! Boş gevezelik...
Şey gibi...
Neydi o?
Üstteki resim: Benjamin Lacombe
Alttaki resim: Anne-Julie Aubry
.
Etiketler:
anne-julie aubry,
benjamin lacombe
POE'nun Ölen Karısına yazdığı mektup...
virginia,beni yaşatan ölüm meleğim..
birkaç gün önce cansız bedenini kapatan tabutu tanımadığım adamların toprağa bırakışını izledim. aklımdan tek bir şey geçti; "artık gerçekten yapayalnızım."
baltimore sokaklarında sürünüyorum. her nefes alışımda üç beş dakika önce yudumladığım kalitesiz viskinin keskin tadı tekrar tekrar dışarıya çıkıyor. şehir eskisinden de bunaltıcı, gökyüzü sen gittiğinden beri zaten gri, pis ve isli. evimizin önüne her gelişimde ayaklarım geriye gidiyor ve sabahın ilk ışıklarında sokakta sızmış buluyorum kendimi. her gün aynı, her gün ölü...
sadece seni düşünüyorum ve düşündükçe de kızıyorum. seni elimden alan tanrıya hakaretler yağdırıyorum bomboş evimizde. seni hastalandıran bu şehri ellerimle yıkmak, taş üstünde taş kalmayıncaya kadar unufak etmek istiyorum. mezarını düşünüyorum; güzelim bedenini kemiren tüm o kurtçukları teker teker dişlerimle parçalamak geliyor içimden. tabutundan sızan toprağı pişirip berbat, asla satın alınmayan bir vazoya çevirip kırmak istiyorum.
güneşin kapkara olup yine de gözlerimi yaktığını düşün. işte sırf bu yüzden istemiyorum sabah olmasını. akşamları sarhoşluğumla dolduruyorum kendimi ki sabah güneş batana kadar uyanmayayım. kan emen bir zavallı gibi sadece geceleri yaşıyorum. artık ışığın, aydınlığın hiçbir güzelliği kalmadı benim için. karanlıkta bulduğum ilk çimenliğin üzerine uzanıyorum ve gözlerimi kapatıyorum. böylece senin yanında, mezarlığında el ele yatıp uyuyabiliyorum. seni hiç bırakmıyorum.
aşkım... var olduğun sürece bu dünyada dolaşan binlerce hayaletten farklı hissediyordum. ayakta durmak, yazmak, okumak...hepsinin bir sebebi vardı. sabah yediğim yemeğin, kristal kadehimde yuvarladığım alev kırmızısı şarapların, yaptığım her şeyin nedeni sendin. seninle daha fazla kalabilmek için, sana daha çok dokunabilmek, görebilmek, duymak...duymak...sesini ölesiye özledim... elindeki kanları silecek bile vakit bulamayan bir katil olmak istiyorum. kısacık yaşamın boyunca dokunduğun, konuştuğun herkesi lime lime doğramak istiyorum. şehirde dolanırken gördüğüm tüm tanıdıklar bana seni hatırlatıyor. bana seni hatırlatan herkesin benimle aynı acıyı çekmesini istiyorum. tüm annelerin çocuklarını, tüm çocukların en sevdikleri hayvanlarını, tüm erkeklerin sevgililerini acımadan öldürmek istiyorum. insanlıktan çıkmak, başka bir canlıya dönüşmek için çılgınca dua ediyorum. bir çakal, bir akbaba...en duygusuzu en adisi olmak...tüm hislerimden arınmak istiyorum.
mezarını soyup kaçıracağım seni. soğuk bedeninin yanı başımda uzandığını bilmek içimi rahatlatıyor. ölüp yanına gelebilecek cesaretim, kendimi kolay yoldan yok etmeye gücüm yok biliyorsun. sana karşı bu kadar dayanıksız olmak, bu kadar sana bağımlı olmak beni bir yandan çileden çıkarırken, içinde kaldıkça daha çok keyif veriyor. mazoşistçe bir zevk bu... sensizlikten deliriyorum ama kendimi öldürüp bu acıyı bitirmemeyi tercih ediyorum.
kimin ne dediği önemli değil, ahlak sevgiyi veya tutkuyu yaşamak istemeyenlere hazırlanmış bir uyuşturucu. cansız bedenini evimde, hep yanımda görmek istemek...hani ruh ölmezdi, duygular kalırdı. senin tenine dokunmadığım her an, her gün bir başka kadına sen diye dokunacağım, sabah gözlerimi açtığımda onun sen olmadığını görmek beni çileden çıkaracak, gözümü karartacak ve tüm organlarını sökeceğim. aşk cehennemden bana yüklenmiş bir ceza...asla üstümden atamayacağım...kefaretini ödeyemeyeceğim...
senin edgar"ın...
birkaç gün önce cansız bedenini kapatan tabutu tanımadığım adamların toprağa bırakışını izledim. aklımdan tek bir şey geçti; "artık gerçekten yapayalnızım."
baltimore sokaklarında sürünüyorum. her nefes alışımda üç beş dakika önce yudumladığım kalitesiz viskinin keskin tadı tekrar tekrar dışarıya çıkıyor. şehir eskisinden de bunaltıcı, gökyüzü sen gittiğinden beri zaten gri, pis ve isli. evimizin önüne her gelişimde ayaklarım geriye gidiyor ve sabahın ilk ışıklarında sokakta sızmış buluyorum kendimi. her gün aynı, her gün ölü...
sadece seni düşünüyorum ve düşündükçe de kızıyorum. seni elimden alan tanrıya hakaretler yağdırıyorum bomboş evimizde. seni hastalandıran bu şehri ellerimle yıkmak, taş üstünde taş kalmayıncaya kadar unufak etmek istiyorum. mezarını düşünüyorum; güzelim bedenini kemiren tüm o kurtçukları teker teker dişlerimle parçalamak geliyor içimden. tabutundan sızan toprağı pişirip berbat, asla satın alınmayan bir vazoya çevirip kırmak istiyorum.
güneşin kapkara olup yine de gözlerimi yaktığını düşün. işte sırf bu yüzden istemiyorum sabah olmasını. akşamları sarhoşluğumla dolduruyorum kendimi ki sabah güneş batana kadar uyanmayayım. kan emen bir zavallı gibi sadece geceleri yaşıyorum. artık ışığın, aydınlığın hiçbir güzelliği kalmadı benim için. karanlıkta bulduğum ilk çimenliğin üzerine uzanıyorum ve gözlerimi kapatıyorum. böylece senin yanında, mezarlığında el ele yatıp uyuyabiliyorum. seni hiç bırakmıyorum.
aşkım... var olduğun sürece bu dünyada dolaşan binlerce hayaletten farklı hissediyordum. ayakta durmak, yazmak, okumak...hepsinin bir sebebi vardı. sabah yediğim yemeğin, kristal kadehimde yuvarladığım alev kırmızısı şarapların, yaptığım her şeyin nedeni sendin. seninle daha fazla kalabilmek için, sana daha çok dokunabilmek, görebilmek, duymak...duymak...sesini ölesiye özledim... elindeki kanları silecek bile vakit bulamayan bir katil olmak istiyorum. kısacık yaşamın boyunca dokunduğun, konuştuğun herkesi lime lime doğramak istiyorum. şehirde dolanırken gördüğüm tüm tanıdıklar bana seni hatırlatıyor. bana seni hatırlatan herkesin benimle aynı acıyı çekmesini istiyorum. tüm annelerin çocuklarını, tüm çocukların en sevdikleri hayvanlarını, tüm erkeklerin sevgililerini acımadan öldürmek istiyorum. insanlıktan çıkmak, başka bir canlıya dönüşmek için çılgınca dua ediyorum. bir çakal, bir akbaba...en duygusuzu en adisi olmak...tüm hislerimden arınmak istiyorum.
mezarını soyup kaçıracağım seni. soğuk bedeninin yanı başımda uzandığını bilmek içimi rahatlatıyor. ölüp yanına gelebilecek cesaretim, kendimi kolay yoldan yok etmeye gücüm yok biliyorsun. sana karşı bu kadar dayanıksız olmak, bu kadar sana bağımlı olmak beni bir yandan çileden çıkarırken, içinde kaldıkça daha çok keyif veriyor. mazoşistçe bir zevk bu... sensizlikten deliriyorum ama kendimi öldürüp bu acıyı bitirmemeyi tercih ediyorum.
kimin ne dediği önemli değil, ahlak sevgiyi veya tutkuyu yaşamak istemeyenlere hazırlanmış bir uyuşturucu. cansız bedenini evimde, hep yanımda görmek istemek...hani ruh ölmezdi, duygular kalırdı. senin tenine dokunmadığım her an, her gün bir başka kadına sen diye dokunacağım, sabah gözlerimi açtığımda onun sen olmadığını görmek beni çileden çıkaracak, gözümü karartacak ve tüm organlarını sökeceğim. aşk cehennemden bana yüklenmiş bir ceza...asla üstümden atamayacağım...kefaretini ödeyemeyeceğim...
senin edgar"ın...
Etiketler:
alıntı,
aşk,
edgar allan poe,
mektup
05 Aralık, 2010
VS VS VS ...
Şimdi yine saçmalama evresine geldim.
Aslında Saçmalık içinde yüzdüğümü söyleyebilirim. Tabi burada Saçmalık'ı neredeyse bir insan karakterinde almanız gerek, çünkü "Saçmalık" dediğimiz şey pekala bir insan ruhuna bürünebilir.
Neyse, bu çok saçma.
Aslında şu an onunla -Sayın Saçmalık ile- taş-kağıt-makas oynuyor bile sayılabilirim.
Ama neden hep TAŞ olmak zorundayım ve NEDEN o her zaman kağıt?
Kitabın arkasında yazıyor, "Virginia Woolf okumak, edebiyatı yeniden biçimlendirmektir" vs...
Virginia Woolf okumak -sizi bilemem ama- bir kadın için intihar etmektir. - Benim için pek farklı olduğunu söyleyemem.
Yazmak, diyorum; yazmak Tanrıya ihanet etmektir; ve okumak, ONU okumak, kendine ihanet etmektir.
Kelimeler hiç bu kadar ikiyüzlü olmadılar.
Kelimeler hiç bu kadar sıkıcı olmadılar.
Tüm Londra Kütüphanesi'ni baştan sona okumaya çalışan kadına ne demeli?
Peki ya Virginia'nın söylediği "hayatın amacı"na?
Hani işimize de gelmez miydi; evde otur, çocuk doğur, onu büyüt, kocanın yanında toplantılarda vs vs vs...
Hahhaay! Yaşımız geçti bizim Virginia!
Ne laf ama!
Bilmem hiç kendini öyle hissettin mi... Hissettin mi? Haydi, darılmak yok...
Duygular! Ve kelimeler! ... ve ölüler!
Var olmadığınızı iddia edemez kimse!
Eğer Virginia, eğer bir erkek olsaydım; aman ne bileyim!
Yine de insanın bir kadın ölüsü olması güzel. Anlaşıldığım hissine kapılıyorum çünkü.
Tanrı aşkına Virginia, şu Perili Ev deliliği de nedir?
İngilizler mezarları severmiş...
Virginia! Bana da uğra bir gece.
"Sana tereyağı veririm.
Askerlerine yedirirsin."
Hahhaaay; Hitler misin sen!
Resim: Mari Merabi
.
Aslında Saçmalık içinde yüzdüğümü söyleyebilirim. Tabi burada Saçmalık'ı neredeyse bir insan karakterinde almanız gerek, çünkü "Saçmalık" dediğimiz şey pekala bir insan ruhuna bürünebilir.
Neyse, bu çok saçma.
Aslında şu an onunla -Sayın Saçmalık ile- taş-kağıt-makas oynuyor bile sayılabilirim.
Ama neden hep TAŞ olmak zorundayım ve NEDEN o her zaman kağıt?
Kitabın arkasında yazıyor, "Virginia Woolf okumak, edebiyatı yeniden biçimlendirmektir" vs...
Virginia Woolf okumak -sizi bilemem ama- bir kadın için intihar etmektir. - Benim için pek farklı olduğunu söyleyemem.
Yazmak, diyorum; yazmak Tanrıya ihanet etmektir; ve okumak, ONU okumak, kendine ihanet etmektir.
Kelimeler hiç bu kadar ikiyüzlü olmadılar.
Kelimeler hiç bu kadar sıkıcı olmadılar.
Tüm Londra Kütüphanesi'ni baştan sona okumaya çalışan kadına ne demeli?
Peki ya Virginia'nın söylediği "hayatın amacı"na?
Hani işimize de gelmez miydi; evde otur, çocuk doğur, onu büyüt, kocanın yanında toplantılarda vs vs vs...
Hahhaay! Yaşımız geçti bizim Virginia!
Ne laf ama!
Bilmem hiç kendini öyle hissettin mi... Hissettin mi? Haydi, darılmak yok...
Aman be!
Bak! Bak ne diyor!
"Duygularını aşırılaştırma."
Poe olsaydı vs vs vs derdi buna!
Duygulardan başka şeyimiz varmış gibi...
Var olmadığınızı iddia edemez kimse!
Eğer Virginia, eğer bir erkek olsaydım; aman ne bileyim!
Yine de insanın bir kadın ölüsü olması güzel. Anlaşıldığım hissine kapılıyorum çünkü.
Tanrı aşkına Virginia, şu Perili Ev deliliği de nedir?
İngilizler mezarları severmiş...
Virginia! Bana da uğra bir gece.
"Sana tereyağı veririm.
Askerlerine yedirirsin."
Hahhaaay; Hitler misin sen!
Resim: Mari Merabi
.
28 Kasım, 2010
na und???
NA UND???
Evet "öyle"yim, ne olmuş?
Evet! Aynen "böyle"yim; NE olmuş?
Evet, öyleyim, arkamdan -VE yüzüme- söylediğiniz gibiyim!
Konuşmayı bilmez, durmaı bilmez, mahvetme isteği...
İflah olmazın tekiyim, ne olmuş!
Falan gün elim falancanın!... Ne olmuş!
Geçen gün ..... demişim, ne olmuş?
Önceki gece bir eve girmişim! Olduysa olmuş!
Öldürürler insanı!
Bir küfretmedikleri kaldı, diyeceğim, onu da ettiler!
Eeee...
DEDİKODU hepsi!
Kim söylemiş beni
Süheyla'ya vurulmuşum diye?
Kim görmüş, ama kim,
Eleni'yi öptüğümü,
Yüksek kaldırımda, güpegündüz ?
Melâhat'ı almışım da sonra
Alemdar'a gitmişim, öyle mi ?
Onu sonra anlatırım, fakat
Kimin bacağını sıkmışım tramvayda ?
Güya bir de Galata'ya dadanmışız;
Kafaları çekip çekip
Orada alıyormuşuz soluğu;
Geç bunları, anam babam, geç,
Geç bunları bir kalem;
Bilirim ben yaptığımı.
Ya, o Muallâ'yı sandala atıp,
Ruhumda hicranın'ı söyletme hikayesi ?
Yapmışsan ne olmuş, Orhan Veli! NE olmuş yaptıysak?
Tramvayda... A a a a aaaa!
Geçin bunları!
Geçen sene şöyle demişim! Kayıt mı tutuyorsunuz mübarek?!
Evet, hiç de sevmem seni, ne olmuş?
Dün gece kendimi asmışım. Ne olmuş? Ne? Ne-ne-ne? NE?
... na und?!
.
Gelecek de bir gün gelecekmiş! Ee, ne olmuş yani?
.
27 Kasım, 2010
Saçmalıklar Resmi Geçidi
Yaşasın. Ne kadar sönük oldu!
Bilmem.
Söyleyecek çok şeyim olunca öyle aval aval ekrana (veya kağıda) bakakalmak köklü bir huydur bende.
Bir başlasam içimden ...
İç demişken yakında içimden Edgar Allan ağacı çıkacak! (Ne güzel olurdu!)
Tutulmuş, büyülenmiş halde süzülüyorum ve tüm bunları ölü bir adam yapıyor...
- Aslında dünyada pek az şeyi canlılar yapıyor. Nerede okumuştum hatırlamıyorum; dünyanın ölüler tarafından yönetildiğini söylemişti biri.
Biri de... herkes bir şey söylüyor sonuçta!
Bende de huy oldu bakın...
Odama giriyorum, kitaplığa bakıyorum. Karşımda direk Edgar Allan'ın resmi (İthaki Yayınları Bütün Hikayeler basımının sırtlarından parça parça bir Poe yüzü çıkıyor...). İçimden geliyor, selam veriyorum. "İyi akşamlar Poe!" -Keyfim yerindeyse ona Allan diyorum.- "Ah Virginia, sana da!" (Bu Virginia Woolf için). Süskind... Kafka! Lovecraft... Ne var London?
Böyle böyle dün gece bütün yazarların resmi geçidini yaptım kafamda.
Resmi geçit deyince aklıma Orhan Veli geliyor...
Onuncusu akilli çikti
Bilmem.
Söyleyecek çok şeyim olunca öyle aval aval ekrana (veya kağıda) bakakalmak köklü bir huydur bende.
Bir başlasam içimden ...
İç demişken yakında içimden Edgar Allan ağacı çıkacak! (Ne güzel olurdu!)
Tutulmuş, büyülenmiş halde süzülüyorum ve tüm bunları ölü bir adam yapıyor...
- Aslında dünyada pek az şeyi canlılar yapıyor. Nerede okumuştum hatırlamıyorum; dünyanın ölüler tarafından yönetildiğini söylemişti biri.
Biri de... herkes bir şey söylüyor sonuçta!
Bende de huy oldu bakın...
Odama giriyorum, kitaplığa bakıyorum. Karşımda direk Edgar Allan'ın resmi (İthaki Yayınları Bütün Hikayeler basımının sırtlarından parça parça bir Poe yüzü çıkıyor...). İçimden geliyor, selam veriyorum. "İyi akşamlar Poe!" -Keyfim yerindeyse ona Allan diyorum.- "Ah Virginia, sana da!" (Bu Virginia Woolf için). Süskind... Kafka! Lovecraft... Ne var London?
Böyle böyle dün gece bütün yazarların resmi geçidini yaptım kafamda.
Resmi geçit deyince aklıma Orhan Veli geliyor...
Aşk Resmi Geçidi
Birincisi o incecik, o dal gibi kiz,
Simdi galiba bir tüccar karisi.
Ne kadar sismanlamistir kim bilir.
Ama yinede de görmeyi çok isterim,
Kolay mi? ilk gözagrisi.
Ikincisi Münevver Abla, benden büyük
Yazıp yazıp bahçesine attigim mektuplari
Gülmekten katılırdı, okudukça.
Bense bugünmüş gibi utanırım
O mektuplari hatırladıkça.
............................çıkar
............................durduk mahallede
..........................................halde
...........................adlarımız yan yana yazılırdı duvarlara
.......................................yangın yerlerinde.
Dördüncüsü azgin bir kadin,
Açik saçik seyler anlatirdi bana.
Bir gün de önümde soyunuverdi
Yillar geçti aradan, unutamadim,
Kaç defa rüyama girdi.
Besinciyi geçip altinciya geldim
Onun adi da Nurünnisa.
Ah güzelim
Ah esmerim
Ah
Canimin içi Nurünnisa.
Yedincisi Aliye, kibar bir kadin
Ama ben pek varamadim tadina,
Bütün kibar kadinlar gibi,
Küpe fiyatina, kürk fiyatina.
Sekizincisi de o bokun soyu:
Sen elin karisinda namus ara,
Kendinde arandi mi, küplere bin.
Üstelik kendinde de
Yalanin düzenin bini bir para.
Ayten'di dokuzuncunun adi,
Barlarda göbek atar
Is baisnda sunun bunun esiri,
Ama bardan çikti mi,
Kiminle isterse onunla yatar.
Onuncusu akilli çikti
Birakti gitti beni.
Ama haksiz da degildi hani,
Sevismek zenginlerin harciymis
Issizlerin harciymis.
Iki gönül bir olunca
Samanlik seyranmis ama,
Iki çiplak da - olsa olsa -
Bir hamama yakisirmis.
Isine bagli bir kadindi on birinci.
Hos, olmasin da ne yapsin?
Bir zalimin yaninda gündelikçi;
Adi Luksandra
Gece odama gelir,
Sabaha kadar kalir.
Konyak içer, sarhos olur,
Sabahi da, isbasi yapardi safakla....
Gelelim sonuncuya.
Ona bağlandığım kadar
Hiçbirine bağlanmadım.
Sade kadın değil, insan.
Ne kibarlik budalasi,
Ne malda, mülkte gözü var.
Eşit olsak, der,
Hür olsak, der.
Insanlari sevmesini de bilir,
Yasamayi sevdiği kadar.
(Orhan Veli Kanık)Çok gülümsetmişti beni, ilk okuduğumda... (Bir diş fırçasına sarılı bir kağıda yazıldığından bir kısmı eksiktir şiirin, okunamaz haldedir.)
Ben ki çok düşünmüştüm, bir kadın nasıl olmalı, diye...
Sonradan anlar gibi oldum cevabı, ama anlatamadım nedense.
Şimdi ne yeri ne zamanıdır bunu konuşmanın...
Birden aklıma geldi de...
Saçmalıklar da bırakmıyor peşimi!
Ah, duvardaki iz mi... Sümüklüböcekmiş!
Virginia Woolf okudukça, okudukça....
Çocuk hissediyorum kendimi. Yazdıklarım küçülüyor gözümde.
Nedense herkesten iyi anlıyormuşum gibi hissediyorum onu, kadın olduğu için. (Cinsimin yazma konusunda hep hep korkunç ıstıraplar içinde olduğu hissine kapılırım çünkü.) Dedim ya, şimdi vakti değil bunun.
Geçsin saçmalıklar, yeniden!
Kelimeler ve kelimeler ve bir daha!
Kuyu ve Sarkaç!
Belki de... Belki de..!
.
Virginia Woolf okudukça, okudukça....
Çocuk hissediyorum kendimi. Yazdıklarım küçülüyor gözümde.
Nedense herkesten iyi anlıyormuşum gibi hissediyorum onu, kadın olduğu için. (Cinsimin yazma konusunda hep hep korkunç ıstıraplar içinde olduğu hissine kapılırım çünkü.) Dedim ya, şimdi vakti değil bunun.
Geçsin saçmalıklar, yeniden!
Kelimeler ve kelimeler ve bir daha!
Kuyu ve Sarkaç!
Belki de... Belki de..!
.
Etiketler:
alıntı,
orhan veli,
şiir,
victoria frances
22 Kasım, 2010
Kuzgun (The Raven), Edgar Allan Poe
KUZGUN
Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna;
Sabırsızlıkla beklerken sabahı, ilişti gözlerime sıcak bir odanın
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine, başı önde derin derin düşünmekte
Kendi çilem yetmezmiş gibi bana, uçtum yüzü kederle güzelleşen bu
Mezer taşını andıran bir koltukta oturan o yıkılmış adama.
Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye
Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," diye mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını
odamın
Yalnızca bu, başka bir şey değil."
Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu böyle içine döndüren, gözleri açıkken kabuslar
gördüren,
Keşke konuşacak kadar gelişmiş olsaydı dilim, bu düşküne hemen yardım
ederdim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasının önündeki gölgemi.
Anlamsızca mırıldanıyor dudakları, yitik bir bakışı gizliyor
gözkapakları.
Ah, çok iyi anımsıyorun, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; -ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı
Fısıldayınca böyle sevgilisinin adını, yaşayacak sanıyor yeniden o
tutkulu anları
Salınıyor ışığın aydınlatmaya yetmediği bu alacakaranlık adamın
yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmeyen o uğursuz kış gecesinde,
Titrek bacaklarının üzerinde doğrularak, dinlemeye çalışıyor o tuhaf
hayali
En renkli düşlerin bile özlemini dindiremeyeceği o narin hayali
İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi
Ürküttü beni, o güne kadar hissetmediğim bir dehşetti kaplayan içimi
Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın
Hepsi bu, başka bir şey değil"
Dikkatsiz bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara
gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık
rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü
pencerenin kenarından.
Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı;
- Yalnızca karanlık, başka bir şey değil
Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde
bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı
budala.
KAhrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık
bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.
Karanlığın derinliklerini gözledim, uzun süre orada korkuyla merakla bekledim
Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler;
Ama sürekliydi sessizlik ve hiçbir yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore?"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
Yalnızca bu, başka bir şey değil.
Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum daha güçlü bir tıkırtı,
"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;
Yalnızca rüzgar, başka bir şey değil!
Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlemeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla, tündei odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.
Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü karamsarlığımı bir gülümsemeye.
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin, kırık olmasına rağmen sorgucun,
Gecenin kıyısından gelen, ölüye benzeyen antik kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
Dedi: "Hiçbir zaman!"
Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına, böyle açıkça,
Çok kısa ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre kutsanmamıştır hiç kimse
oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapısının üstündeki büste,
anılan "Hiçbir zaman" gibi bir isimle.
Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;
Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,
Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"
Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:
"Hiç-hiçbir zaman!"
Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;
Gömüldükçe kadife yastığın içine, gömüldüm hayalden hayale,
O tekrarladı ilençli sesiyle, "Hiçbir zaman!"
Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden kuşa,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı yastığın kadife kumaşına,
Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!
Sanki hava ağırlaştı gizli bir buhurun kokusuyla; sallandı yer,
Ayaksız meleklerin adımlarıyla, ayak sesleri dönüştü tüy kaplı zeminde
çıngırak seslerine.
"Zavallı," diye bağırdım kendime, "Tanrın gönderdi bu iksiri sana
melekleriyle,
Unutasın diye bir an Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen, ya da fırtına mı bu kıyıya getiren,
Yine de çok cesursun bu ıssız, büyülenmiş yerde-
Korkunun terk etmediği bu evde -yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı umar Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Üzerimizde uzanan cennet adına, ikimizin inandığı tanrı adına;
Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?
Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı o eşsiz, ay yüzlü kıza?
Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"
"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.
"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma, işareti olarak ruhunun söylediği o yalanın!
Yalnızlığımı bozma! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, bedenini kapıdan al git!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
Kuzgun bir an olsun ayrılmadı, oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki Pallas büstünde;
Benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,
Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık;
Kapalı kaldu ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!
çev: Burçak Özlüdil
Yem olmamak için azgın fırtınaya, sığınmıştım bir ardıcın kovuğuna;
Sabırsızlıkla beklerken sabahı, ilişti gözlerime sıcak bir odanın
aydınlığı.
Gözlerimi diktim camlara, baktım içeride genç bir adam tek başına
oturmakta;
Ölümün gölgesi düşmüş gözlerine, başı önde derin derin düşünmekte
Kendi çilem yetmezmiş gibi bana, uçtum yüzü kederle güzelleşen bu
adama
Mezer taşını andıran bir koltukta oturan o yıkılmış adama.
Kasvetli bir gece yarısı, düşünürken zayıf, tasalı
Yabansı, tuhaf sesi üzerine eski, unutulmuş bilgilerin,
Uykunun eşiğinde düşerken başım öne, aniden bir tıkırtı geldi içeriye
Sanki biri usulca vurdu, vurdu kapısına odamın
"Bir ziyaretçi olmalı," diye mırıldandım, "bir ziyaretçi çalıyor kapısını
odamın
Yalnızca bu, başka bir şey değil."
Korkunca kanatlarımın sesinden, ürküttüm onu istemeden,
Başladı kendi kendine konuşmaya, belki de ihtiyacı vardı bir arkadaşa
Nasıl bir acıydı onu böyle içine döndüren, gözleri açıkken kabuslar
gördüren,
Keşke konuşacak kadar gelişmiş olsaydı dilim, bu düşküne hemen yardım
ederdim
O ise unuttu bile beni, unuttu odasının önündeki gölgemi.
Anlamsızca mırıldanıyor dudakları, yitik bir bakışı gizliyor
gözkapakları.
Ah, çok iyi anımsıyorun, solgun bir aralıktı
Ölen her kor bırakıyordu hayaletini döşemeye ayrı ayrı
Nasıl diledim nasıl, bir sabah olsa; -ödünç almak için aradım kitaplarımda
Acının ara verdiği anı boşuna -yitirdiğim Lenore'un verdiği acı-
O eşsiz, ay yüzlü masum kız, meleklerce konmuştu Lenore adı,
Sonsuzluğa karışan o yitik adı
Fısıldayınca böyle sevgilisinin adını, yaşayacak sanıyor yeniden o
tutkulu anları
Buruk bir sanrı salınıyor tüllerle, salınıyor tüllere bürünmüş bir
genç kız görünümünde
Salınıyor ışığın aydınlatmaya yetmediği bu alacakaranlık adamın
yüreğinde,
Bitmek tükenmek bilmeyen o uğursuz kış gecesinde,
Titrek bacaklarının üzerinde doğrularak, dinlemeye çalışıyor o tuhaf
hayali
En renkli düşlerin bile özlemini dindiremeyeceği o narin hayali
İpeksi mor perdelerin üzgün, kararsız sesi
Ürküttü beni, o güne kadar hissetmediğim bir dehşetti kaplayan içimi
Hızla çarparken yüreğim, sürekli yineledim
"Bir ziyaretçi," dedim, "içeri girmeyi diliyor kapısında odamın
Geç kalmış bir ziyaretçi, girmeyi diliyor kapısında odamın
Hepsi bu, başka bir şey değil"
Dikkatsiz bir kıpırdanış, fark ettirdi beni, fark ettirdi kara
gölgemi.
Yine de anlamış değil, benim yalnızca bir kuş olduğumu;
Ona yardım etmek için güvenli yuvamı bırakıp penceresine konduğumu.
O kendi cinnetini büyüterek içinde, savuruyor belleğini karanlık
rüzgarların önüne;
Gizli bir zevk de alıyor bundan, damarlarında dolaşan o katıksız
acıdan.
İşitiyorum korkusunu duvarların ardından, görüyorum sararmış yüzünü
pencerenin kenarından.
Ruhuma güç geldi aniden, artık ikircime düşmeden
"Bayım," dedim, "ya da bayan, diliyorum sizden affımı
Ancak şudur olan, uyukluyordum, çalındı kapım,
Çalındı belli belirsiz, kapımı tıkırdatan sizdiniz;
Öyle ki emin olamadım duyduğuma bir tıkırtı" - İşte açtım ardına dek kapımı;
- Yalnızca karanlık, başka bir şey değil
Yanlış yerde arıyor beni, bir insan sanıyor bu solgun sisler içinde
bekleyeni.
Çok genç sayılmasa da tanıyamamış daha insanoğlunu;
Umut diye onlara sesleniyor hala, hiç anlayamamış yaşamı bu zavallı
budala.
KAhrediyorum dilsizliğime, seslenmek isterdim bu talihsiz şaire;
Boşuna dikme gözlerini gecenin sisine, o genç kızın hayalini artık
bekleme,
O çoktan karıştı toprağın tenine, çoktan alıştı sessizliğin sesine.
Karanlığın derinliklerini gözledim, uzun süre orada korkuyla merakla bekledim
Şüpheyle düşledim hiçbir ölümlünün düşünmeye cesaret edemeyeceği düşler;
Ama sürekliydi sessizlik ve hiçbir yanıt vermedi
Söylenen tek sözcük, fısıldanan bu addı, "Lenore?"
Fısıldadım, yankı bana fısıldadı yeniden, "Lenore!"
Yalnızca bu, başka bir şey değil.
Odama döndüğümde, bütün ruhum yanıyordu bedenimde.
Yeniden duydum daha güçlü bir tıkırtı,
"Eminim," dedim, "eminim, bu bir şey penceremin kafesindeki;
Bakmalı ne ise oradaki, çözmeli bu sırrı;
Yalnızca rüzgar, başka bir şey değil!
Kepengi açınca, gördüm kanat çırpan telaşla,
Geçmişin kutsal günlerinden gelen heybetli bir kuzgun,
Aldırmadan hiç bana, durup dinlemeden bir dakika,
Bir lord ya da lady edasıyla, tündei odamın kapısına,
Tünedi Pallas büstüne, duran kapımın hemen üstünde;
Tünedi ve oturdu, hepsi bu.
Bu abanoz siyahı kuş takındığı sert, kara ifadeyle,
Döndürdü karamsarlığımı bir gülümsemeye.
Dedim: "Kesinlikle korkak değilsin, kırık olmasına rağmen sorgucun,
Gecenin kıyısından gelen, ölüye benzeyen antik kuzgun,
Söyle nedir gecenin ölüler kıyısındaki adın!"
Dedi: "Hiçbir zaman!"
Şaşırdım bu tuhaf kuşun konuşmasına, böyle açıkça,
Çok kısa ve ilgisiz olmasına rağmen yanıtı;
Katılmadan edemeyiz bu fikre kutsanmamıştır hiç kimse
oda kapısının üstünde bir kuş görmekle;
Kuş ya da canavar tüneyen kapısının üstündeki büste,
anılan "Hiçbir zaman" gibi bir isimle.
Ama kuzgun tek başına oturarak sakin büstün üzerine;
Yalnızca bir sözcük söyledi, o sözcük taşıyordu sanki ruhundan;
Ne tek bir tüyünü kıpırdattı, ne de başka bir şey çıktı ağzından.
Ta ki ben zoraki mırıldanana kadar, "Daha önce diğer arkadaşları uçup gitti;
Yarın o da terk edecek beni, tıpkı uçup giden umutlarım gibi,
Ama kuş dedi: "Hiçbir zaman!"
Ürktüm sessizliği bozan bu yerinde yanıttan,
"Kuşkusuz," dedim, "bildiği bu birkaç sözcüğü,
Öğrenmiş, insafsız belaların kovaldığı mutsuz bir sahipten;
Şarkıları tek nakarat oluncaya kadar kovalanan o mutsuz kişiden.
Öğrenmiş, umudun ağıdı olan şu kederli nakaratı:
"Hiç-hiçbir zaman!"
Ama kuzgun hala döndürüyordu hayalimi gülümsemeye;
Oturdum kuşun, büstün, kapının önündeki koltuğun üstüne;
Düşündüm geçmişten gelen bu uğursuz kuşu;
Geçmişten gelen bu zalim, tuhaf, korkunç, sıkıcı, uğursuz kuşu.
Oturup, tahmine koyuldum tek hece söylemeden kuşa,
Ateşli gözleri kalbimi dağlayan kuşa;
Tahminimi sürdürdüm yaslayarak başımı;
Lambadan süzülen ışığın aydınlattığı yastığın kadife kumaşına,
Lambanın aydınlattığı menekşe moru kadife şekilleniyordu ışıkla;
O hiç yaslanamayacak, ah! Hiçbir zaman, bir daha!
Sanki hava ağırlaştı gizli bir buhurun kokusuyla; sallandı yer,
çıngırak seslerine.
melekleriyle,
Unutasın diye bir an Lenore'un anılarını.
İç, kana kana iç bu ilacı, unut artık şu yitik Lenore'un aşkını!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Bir kışkırtıcı mıydı seni gönderen, ya da fırtına mı bu kıyıya getiren,
Yine de çok cesursun bu ıssız, büyülenmiş yerde-
Korkunun terk etmediği bu evde -yalvarırım bana doğruyu söyle-
Var mı? Var mı umar Tur-i Sina'da? -söyle- yalvarırım söyle!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
"Peygamber!" dedim, "ilençli varlık! -kuş ya da şeytan, yine peygamber!-
Üzerimizde uzanan cennet adına, ikimizin inandığı tanrı adına;
Söyle bu hüzün yüklü ruha, o uzak cennette,
Sarılabilecek miyim, meleklerin Lenore diye adlandırdığı o kutsal kıza?
Sarılabilecek miyim meleklerin Lenore diye andığı o eşsiz, ay yüzlü kıza?
Kuzgun dedi: "Hiç - hiçbir zaman!"
"Bu sözcük ayrılığımıza işaret olsun kuş ya da iblis!" diye bağırdım.
"Geri dön fırtınana, dön gecenin ölüler kıyısındaki diyarına!
Tek bir kara tüyünü bile bırakma, işareti olarak ruhunun söylediği o yalanın!
Yalnızlığımı bozma! Kapımın üstündeki büstü terk et!
Gaganı çıkar yüreğimden, bedenini kapıdan al git!"
Kuzgun dedi: "Hiçbir zaman!"
Kuzgun bir an olsun ayrılmadı, oturdukça oturdu,
Oturdukça oturdu oda kapımın hemen üstündeki Pallas büstünde;
Benziyordu gözleri hayal kuran bir şeytanın görüntüsüne,
Vuruyordu kara gölgesini yere lambadan yansıyan ışık;
Kapalı kaldu ruhum bu kara gölgenin içinde,
Kurtulamayacak - Hiçbir zaman!
çev: Burçak Özlüdil
THE RAVEN
Once upon a midnight dreary, while I pondered weak and weary,
Over many a quaint and curious volume of forgotten lore,
While I nodded, nearly napping, suddenly there came a tapping,
As of some one gently rapping, rapping at my chamber door.
`'Tis some visitor,' I muttered, `tapping at my chamber door -
Only this, and nothing more.'
Ah, distinctly I remember it was in the bleak December,
And each separate dying ember wrought its ghost upon the floor.
Eagerly I wished the morrow; - vainly I had sought to borrow
From my books surcease of sorrow - sorrow for the lost Lenore -
For the rare and radiant maiden whom the angels named Lenore -
Nameless here for evermore.
And the silken sad uncertain rustling of each purple curtain
Thrilled me - filled me with fantastic terrors never felt before;
So that now, to still the beating of my heart, I stood repeating
`'Tis some visitor entreating entrance at my chamber door -
Some late visitor entreating entrance at my chamber door; -
This it is, and nothing more,'
Presently my soul grew stronger; hesitating then no longer,
`Sir,' said I, `or Madam, truly your forgiveness I implore;
But the fact is I was napping, and so gently you came rapping,
And so faintly you came tapping, tapping at my chamber door,
That I scarce was sure I heard you' - here I opened wide the door; -
Darkness there, and nothing more.
Deep into that darkness peering, long I stood there wondering, fearing,
Doubting, dreaming dreams no mortal ever dared to dream before;
But the silence was unbroken, and the darkness gave no token,
And the only word there spoken was the whispered word, `Lenore!'
This I whispered, and an echo murmured back the word, `Lenore!'
Merely this and nothing more.
Back into the chamber turning, all my soul within me burning,
Soon again I heard a tapping somewhat louder than before.
`Surely,' said I, `surely that is something at my window lattice;
Let me see then, what thereat is, and this mystery explore -
Let my heart be still a moment and this mystery explore; -
'Tis the wind and nothing more!'
Open here I flung the shutter, when, with many a flirt and flutter,
In there stepped a stately raven of the saintly days of yore.
Not the least obeisance made he; not a minute stopped or stayed he;
But, with mien of lord or lady, perched above my chamber door -
Perched upon a bust of Pallas just above my chamber door -
Perched, and sat, and nothing more.
Then this ebony bird beguiling my sad fancy into smiling,
By the grave and stern decorum of the countenance it wore,
`Though thy crest be shorn and shaven, thou,' I said, `art sure no craven.
Ghastly grim and ancient raven wandering from the nightly shore -
Tell me what thy lordly name is on the Night's Plutonian shore!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
Much I marvelled this ungainly fowl to hear discourse so plainly,
Though its answer little meaning - little relevancy bore;
For we cannot help agreeing that no living human being
Ever yet was blessed with seeing bird above his chamber door -
Bird or beast above the sculptured bust above his chamber door,
With such name as `Nevermore.'
But the raven, sitting lonely on the placid bust, spoke only,
That one word, as if his soul in that one word he did outpour.
Nothing further then he uttered - not a feather then he fluttered -
Till I scarcely more than muttered `Other friends have flown before -
On the morrow he will leave me, as my hopes have flown before.'
Then the bird said, `Nevermore.'
Startled at the stillness broken by reply so aptly spoken,
`Doubtless,' said I, `what it utters is its only stock and store,
Caught from some unhappy master whom unmerciful disaster
Followed fast and followed faster till his songs one burden bore -
Till the dirges of his hope that melancholy burden bore
Of "Never-nevermore."'
But the raven still beguiling all my sad soul into smiling,
Straight I wheeled a cushioned seat in front of bird and bust and door;
Then, upon the velvet sinking, I betook myself to linking
Fancy unto fancy, thinking what this ominous bird of yore -
What this grim, ungainly, ghastly, gaunt, and ominous bird of yore
Meant in croaking `Nevermore.'
This I sat engaged in guessing, but no syllable expressing
To the fowl whose fiery eyes now burned into my bosom's core;
This and more I sat divining, with my head at ease reclining
On the cushion's velvet lining that the lamp-light gloated o'er,
But whose velvet violet lining with the lamp-light gloating o'er,
She shall press, ah, nevermore!
Then, methought, the air grew denser, perfumed from an unseen censer
Swung by Seraphim whose foot-falls tinkled on the tufted floor.
`Wretch,' I cried, `thy God hath lent thee - by these angels he has sent thee
Respite - respite and nepenthe from thy memories of Lenore!
Quaff, oh quaff this kind nepenthe, and forget this lost Lenore!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
`Prophet!' said I, `thing of evil! - prophet still, if bird or devil! -
Whether tempter sent, or whether tempest tossed thee here ashore,
Desolate yet all undaunted, on this desert land enchanted -
On this home by horror haunted - tell me truly, I implore -
Is there - is there balm in Gilead? - tell me - tell me, I implore!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
`Prophet!' said I, `thing of evil! - prophet still, if bird or devil!
By that Heaven that bends above us - by that God we both adore -
Tell this soul with sorrow laden if, within the distant Aidenn,
It shall clasp a sainted maiden whom the angels named Lenore -
Clasp a rare and radiant maiden, whom the angels named Lenore?'
Quoth the raven, `Nevermore.'
`Be that word our sign of parting, bird or fiend!' I shrieked upstarting -
`Get thee back into the tempest and the Night's Plutonian shore!
Leave no black plume as a token of that lie thy soul hath spoken!
Leave my loneliness unbroken! - quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart, and take thy form from off my door!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
And the raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon's that is dreaming,
And the lamp-light o'er him streaming throws his shadow on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor
Shall be lifted - nevermore!
Once upon a midnight dreary, while I pondered weak and weary,
Over many a quaint and curious volume of forgotten lore,
While I nodded, nearly napping, suddenly there came a tapping,
As of some one gently rapping, rapping at my chamber door.
`'Tis some visitor,' I muttered, `tapping at my chamber door -
Only this, and nothing more.'
Ah, distinctly I remember it was in the bleak December,
And each separate dying ember wrought its ghost upon the floor.
Eagerly I wished the morrow; - vainly I had sought to borrow
From my books surcease of sorrow - sorrow for the lost Lenore -
For the rare and radiant maiden whom the angels named Lenore -
Nameless here for evermore.
And the silken sad uncertain rustling of each purple curtain
Thrilled me - filled me with fantastic terrors never felt before;
So that now, to still the beating of my heart, I stood repeating
`'Tis some visitor entreating entrance at my chamber door -
Some late visitor entreating entrance at my chamber door; -
This it is, and nothing more,'
Presently my soul grew stronger; hesitating then no longer,
`Sir,' said I, `or Madam, truly your forgiveness I implore;
But the fact is I was napping, and so gently you came rapping,
And so faintly you came tapping, tapping at my chamber door,
That I scarce was sure I heard you' - here I opened wide the door; -
Darkness there, and nothing more.
Deep into that darkness peering, long I stood there wondering, fearing,
Doubting, dreaming dreams no mortal ever dared to dream before;
But the silence was unbroken, and the darkness gave no token,
And the only word there spoken was the whispered word, `Lenore!'
This I whispered, and an echo murmured back the word, `Lenore!'
Merely this and nothing more.
Back into the chamber turning, all my soul within me burning,
Soon again I heard a tapping somewhat louder than before.
`Surely,' said I, `surely that is something at my window lattice;
Let me see then, what thereat is, and this mystery explore -
Let my heart be still a moment and this mystery explore; -
'Tis the wind and nothing more!'
Open here I flung the shutter, when, with many a flirt and flutter,
In there stepped a stately raven of the saintly days of yore.
Not the least obeisance made he; not a minute stopped or stayed he;
But, with mien of lord or lady, perched above my chamber door -
Perched upon a bust of Pallas just above my chamber door -
Perched, and sat, and nothing more.
Then this ebony bird beguiling my sad fancy into smiling,
By the grave and stern decorum of the countenance it wore,
`Though thy crest be shorn and shaven, thou,' I said, `art sure no craven.
Ghastly grim and ancient raven wandering from the nightly shore -
Tell me what thy lordly name is on the Night's Plutonian shore!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
Much I marvelled this ungainly fowl to hear discourse so plainly,
Though its answer little meaning - little relevancy bore;
For we cannot help agreeing that no living human being
Ever yet was blessed with seeing bird above his chamber door -
Bird or beast above the sculptured bust above his chamber door,
With such name as `Nevermore.'
But the raven, sitting lonely on the placid bust, spoke only,
That one word, as if his soul in that one word he did outpour.
Nothing further then he uttered - not a feather then he fluttered -
Till I scarcely more than muttered `Other friends have flown before -
On the morrow he will leave me, as my hopes have flown before.'
Then the bird said, `Nevermore.'
Startled at the stillness broken by reply so aptly spoken,
`Doubtless,' said I, `what it utters is its only stock and store,
Caught from some unhappy master whom unmerciful disaster
Followed fast and followed faster till his songs one burden bore -
Till the dirges of his hope that melancholy burden bore
Of "Never-nevermore."'
But the raven still beguiling all my sad soul into smiling,
Straight I wheeled a cushioned seat in front of bird and bust and door;
Then, upon the velvet sinking, I betook myself to linking
Fancy unto fancy, thinking what this ominous bird of yore -
What this grim, ungainly, ghastly, gaunt, and ominous bird of yore
Meant in croaking `Nevermore.'
This I sat engaged in guessing, but no syllable expressing
To the fowl whose fiery eyes now burned into my bosom's core;
This and more I sat divining, with my head at ease reclining
On the cushion's velvet lining that the lamp-light gloated o'er,
But whose velvet violet lining with the lamp-light gloating o'er,
She shall press, ah, nevermore!
Then, methought, the air grew denser, perfumed from an unseen censer
Swung by Seraphim whose foot-falls tinkled on the tufted floor.
`Wretch,' I cried, `thy God hath lent thee - by these angels he has sent thee
Respite - respite and nepenthe from thy memories of Lenore!
Quaff, oh quaff this kind nepenthe, and forget this lost Lenore!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
`Prophet!' said I, `thing of evil! - prophet still, if bird or devil! -
Whether tempter sent, or whether tempest tossed thee here ashore,
Desolate yet all undaunted, on this desert land enchanted -
On this home by horror haunted - tell me truly, I implore -
Is there - is there balm in Gilead? - tell me - tell me, I implore!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
`Prophet!' said I, `thing of evil! - prophet still, if bird or devil!
By that Heaven that bends above us - by that God we both adore -
Tell this soul with sorrow laden if, within the distant Aidenn,
It shall clasp a sainted maiden whom the angels named Lenore -
Clasp a rare and radiant maiden, whom the angels named Lenore?'
Quoth the raven, `Nevermore.'
`Be that word our sign of parting, bird or fiend!' I shrieked upstarting -
`Get thee back into the tempest and the Night's Plutonian shore!
Leave no black plume as a token of that lie thy soul hath spoken!
Leave my loneliness unbroken! - quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart, and take thy form from off my door!'
Quoth the raven, `Nevermore.'
And the raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon's that is dreaming,
And the lamp-light o'er him streaming throws his shadow on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor
Shall be lifted - nevermore!
Etiketler:
alıntı,
çeviri,
edgar allan poe,
şiir
Neden bu gece rahat uyumanıza izin vereyim?
İnsanları rahatsız etmekten keyif duyanlara ne denir?
Arsız? Saygısız? Aptal? ...
Ben, insanları rahatsız etmeyi severim. Kötü anlamda değil.
Zihinlerini. Kavrama güçlerini. Bildiklerini. Zevklerini.
Hayır, kimsenin hakkı yoktur orada öylece güya tamamen bitmiş hesaplaşmalarla oturmaya!
Herkesin, herkesin hakkı vardır ruhunun tüm kayıtlarını eski bir kitap rafı gibi yere boşaltıp, göz atıp yeniden, yeniden dizmeye raflara...
Neden bu gece rahat uyumanıza izin vereyim?
Kuzgunlar, uçuşmaya devam edecekler.
Ve bir kale daha eskiyecek kuzeyde.
Bir kadın daha ağlayacak, belki yüzlerce, gözlerinden koyu sıvılar akarken,
Ve Lilith yine çalacak değerli tohumları -belki de, belki de bana ait olacakları-
Ve yine yakılacak bir ruh,
Yeniden duyacak birisi kızıl saçlı güzellerin kokusunu,
Koku... Yeniden duyulacak
Jean-Baptiste Grenouille yeniden ölecek bu gece!
Ve...
Ölümsüz ruh yine öldürecek kendini...
Lucifer! Nasıl düştün...
Poe yine dönüp duracak mezarında
Ve Morella hıçkıracak!
Berenice'in saçları yayılacak tabutunun üstüne,
Ve Ligea dirilecek!
Güzel bir gün güneşin ve yaşamın oğulları için!
Ve daha da güzel, karanlık ve ölümün kızları için!
Neden, neden vereyim izin...
Yine ölüme bırakıp kendini,
Uyuyacaksa...
Orada, birileri!
Neden, neden uyumana izin vereyim,
Rahat!
Ve neşeli!
Dağıtılmalı kitaplar!
Ve uçuşmalı Lilith'in günahı!
Gök ve yer,
Yer değiştiremeli belki de!
Belki uyumak mümkündür,
Arsız? Saygısız? Aptal? ...
Ben, insanları rahatsız etmeyi severim. Kötü anlamda değil.
Zihinlerini. Kavrama güçlerini. Bildiklerini. Zevklerini.
Hayır, kimsenin hakkı yoktur orada öylece güya tamamen bitmiş hesaplaşmalarla oturmaya!
Herkesin, herkesin hakkı vardır ruhunun tüm kayıtlarını eski bir kitap rafı gibi yere boşaltıp, göz atıp yeniden, yeniden dizmeye raflara...
Neden bu gece rahat uyumanıza izin vereyim?
Kuzgunlar, uçuşmaya devam edecekler.
Ve bir kale daha eskiyecek kuzeyde.
Bir kadın daha ağlayacak, belki yüzlerce, gözlerinden koyu sıvılar akarken,
Ve Lilith yine çalacak değerli tohumları -belki de, belki de bana ait olacakları-
Ve yine yakılacak bir ruh,
Yeniden duyacak birisi kızıl saçlı güzellerin kokusunu,
Koku... Yeniden duyulacak
Jean-Baptiste Grenouille yeniden ölecek bu gece!
Ve...
Ölümsüz ruh yine öldürecek kendini...
Lucifer! Nasıl düştün...
Poe yine dönüp duracak mezarında
Ve Morella hıçkıracak!
Berenice'in saçları yayılacak tabutunun üstüne,
Ve Ligea dirilecek!
Güzel bir gün güneşin ve yaşamın oğulları için!
Ve daha da güzel, karanlık ve ölümün kızları için!
Neden, neden vereyim izin...
Yine ölüme bırakıp kendini,
Uyuyacaksa...
Orada, birileri!
Neden, neden uyumana izin vereyim,
Rahat!
Ve neşeli!
Dağıtılmalı kitaplar!
Ve uçuşmalı Lilith'in günahı!
Gök ve yer,
Yer değiştiremeli belki de!
Belki uyumak mümkündür,
Yer değiştirirse dolunayla kuzgun...
Yer değiştirirse, zihnimle ruhum!
Resimler: Benjamin Lacombe
Etiketler:
benjamin lacombe
21 Kasım, 2010
Gaga'yla sorunumuz ne???
Bu günlerde gevezeliğim tuttu; iyi de oldu - ah bir de bloğa fırsatım olsa...
Sevindim 11 izleyici olmuş... İnsandan kaçan hümanist ve Rengarenk; hoşgeldiniz. Bu kadar az izleyicisi olunca, hepsiyle teker teker ilgilenebiliyor insan! Dediğim gibi çenem düştü ah ah...
İnsanın kafası karışık olunca... Bir de üstüne tembellik! Kalkıp gitmem gerek, masadan kalkmaya üşeniyorum da bloğa yazı yazıyorum, işe bakın!
Bu tantananın ardına neler saklıyorum...
Elimde değil!
Durun durun bir şeyler anlatacağım size; gitmeyin...
Hiç de havamda değilim ya neyse.
Size bir sorum var...
Konuyu bayağı, aptalca ve fazla popüler kültür öğesi içeren bir saçmalık olarak değerlendireceksiniz belki ama... Eh yazmazsam çatlarım dedikleri şeyler var be!
İşte soru...
Lady Gaga'yla sorunumuz ne?
Hayır, kesinlikle sinir olun diye yapmıyorum! Merak ediyorum...
Şimdi efendim, benim ilk Lady Gaga şarkısı dinleyişim zorla olmuştur. Eh, kolumdan tutup dizüstü bir bilgisayarın önüne oturtulmuş "Bak klibi çoook ilgiiinç!" diye bir çığlıkla beraber bana Bad Romance dinletilmişti. Ay yok, benim aklım Theatre of Tragedy'nin sopranosunda... İşte dinletenin hatrı kalmasın diye oturdum dinledim. Hay allah arkasından bir de Paparazzi'yi açtı. Neyse sıktık dişimi dinledik...
Belki bağlantı kuramıyorsunuzdur, ben bir açıklık getireyim konuya.
Şimdi... Ne olmuş bana, lafa başlayamıyorum! Benim kalın kadın sesine sevgim vardır öncelikle, müziksel açıdan tabi. Elbette kimse bass bir erkeğe alto bir vokalist istemez -eh neden en çok dinlediğim grupların soprano kullandığının açıklaması- dolayısıyla benim kulaklarıma da o sesler pek gitmez. İlk dinleyişimde o ses etkilemişti beni - hala en güzel sesinin Bad Romance'de çıktığını düşünüyorum. Ama ben yine de Lady Gaga'yı sevmemiştim o zaman.
Geçen aylarda bir tür... bulanım benzeri bir iç sıkıntısı geçirdim. Haggard dinliyorum, iyice karanlıklara çöküyorum, oradan neşelenirim diye Marilyn Manson'a geçiyorum, ama This Is Halloween bile kahrediyor beni. Epica'ydı, T.of Tragedy'ydi, Ensiferum, Deathstars... ben gittikçe eriyip gidiyorum. Dayanamadım en son; fırlattım kulaklığı. İnsan sesleri doldu hemen kulağıma; katlanamadım, geri taktım kulaklıkları. Biraz bekledim, sonra aklıma esti radyoyu açtım. Virgin. Aman dedim, bu saçmalıklarla kim şimdi... O sırada tanıdık bir ses duydum- Gaga. Dedim ki eh bari dinleyeyim... Alejandro.
Sonra -aman ne büyük aptallık!- günlerce dakika başı tüm frekansları tarayarak Lady Gaga duymaya çalıştım. Bir de Everything to Loose, kimin söylediğini bilmiyorum... Eh benim bu radyo çılgınlığım, arkadaşlarımın bana nihayet birkaç Lady Gaga şarkısı yollamasıyla sona erdi.
İnsanların yıkılmayan bazı duvarları vardır, biliyorum.
Nedense "gotik takılan" birinin bir gün gelip bir pop şarkısını mırıldanması herkese tuhaf gelir.
Oysa kimse, bir Allah'ın kulu gelip de sormaz...
Yahu Lady Gaga'da ne buluyorsun?
Erszebeth Bathory'i. Kanlı kontesi. Marilyn Monroe'nun simgeselliğini. Şu "vamp" kadını.
Dehşete mi düştünüz? Ben düşmüştüm.
"Aptal" bir kadın üzerinde uzun bir kutup ayısı postuyla yürüyordu...
Bir sonraki an Kontes, Bathory yürüyordu, üzerinde postuyla; ve tek eksik, kan lekeleriydi postun üstünde. İşte Gaga'da gördüğüm.
Sizi oturup birkaç klibini izlemeye davet ediyorum Gaga'nın. Bir tabutta iskeletin yanında yatan bir kadın? Bir Jesmine Becket-Griffit resmi! Bir erkeğin bacaklarına geçirilmiş bir fileli çorap? Fetishlerin "fishnet" fantezisi! Sözler deseniz...
Bad Romance'den daha "yırtıcı" bir şarkı duyamıyorum ben. Bir delilikle! Her zaman aşklarını isteyen, ama sadece oyun olsun diye isteyen... Hasta olanı isteyen! İntikamını isteyen, ayartarak isteyen... İsteyen!
Veya "plastiğiz, ama yine de eğleniyoruz!" diyebilen...
Bir Marilyn Manson ilkesi gibi.
Bazen de onda bir tür Natalie Shau groteskliği görüyorum.
Bir Erszebeth çarpıklığı.
Utanmaz, arlanmaz, kendine taş atan, belki de inadına "rezil" edilen, örnek alınan ama sürekli de laf sokulan...
Tanıdık senaryo; aynı hamamda aynı tas...
Bakın ne güldürdü beni...
Öylesine denk geldi, gazetede mi gördüm ne... Gülşen'le bir röportaj. Resim dikkatimi çekti, altında yazanı okudum ben de. Sarımsı beyaz saçlar, gölgeli bir arka fon, siyah beyaz... Muhabir diyor ki, "Hayranlarınızın çoğu yeni çektiğiniz klipte Lady Gaga'ya benzediğinizi söylüyor..." Gülşen açıklamış işte, biz farklıyız vesaire, çalıntı değil diyor kısaca. Sonra bakın ne diyor: "Tabi klipte gotik öğeler kullandık... Karanlık, ağır makyaj... Gaga'nın da öyle temaları var. Ama..." bir şeyler bir şeyler işte. Bizim doğma büyüme pop kültürü Gülşen'e sen "gotik bir klip çektik" mi dedirttin Gaga! Helal olsun... Ama bazı hayranlar "o güzel kadını" bu klipte bulamadıklarını söylüyorlar.
Öylesine denk geldi, gazetede mi gördüm ne... Gülşen'le bir röportaj. Resim dikkatimi çekti, altında yazanı okudum ben de. Sarımsı beyaz saçlar, gölgeli bir arka fon, siyah beyaz... Muhabir diyor ki, "Hayranlarınızın çoğu yeni çektiğiniz klipte Lady Gaga'ya benzediğinizi söylüyor..." Gülşen açıklamış işte, biz farklıyız vesaire, çalıntı değil diyor kısaca. Sonra bakın ne diyor: "Tabi klipte gotik öğeler kullandık... Karanlık, ağır makyaj... Gaga'nın da öyle temaları var. Ama..." bir şeyler bir şeyler işte. Bizim doğma büyüme pop kültürü Gülşen'e sen "gotik bir klip çektik" mi dedirttin Gaga! Helal olsun... Ama bazı hayranlar "o güzel kadını" bu klipte bulamadıklarını söylüyorlar.
Ha, işte gelmek istediğim konu!
Gaga zarif değildir. Değildir. Güzel hiç değildir...
Belki bazıları onun sırf "yırtıklık" olsun diye böyle davrandığını düşünüyordur. Düşünün... Belki haklısınız. Ün için neler yapılmıyor ki!
Zerafetten yoksun bir düşmüşlük görüyorum onda.
Acıma hissiyle duygudaşlık...
Belki de onu savunuyorum; çünkü onda bana ait bir şeyler görüyorum.
Groteskliğinde.
Greandal çirkin ve güçsüz olsaydı ne yapardı?
İntikam...
Çok konuştum.
Bitireyim...
Benden size bir sır:
Gaga başka!
Birkaç yıl daha izleyin onu; bakın bakalım, Monroe'nun katil ruhlu kızı neler neler yapacak!
.
06 Kasım, 2010
Olur ya...
Bundan sonra ilginç şeyler gelecek başımıza.
Artık neyin kurgu neyin gerçek olduğunu anlayamayacağız.
Ve artık...
Hani olur ya...
Artık neyin kurgu neyin gerçek olduğunu anlayamayacağız.
Ve artık...
Hani olur ya...
16 Ekim, 2010
366. GÜN
Hani bazı tarihler vardır; tuhaf tarihler, üstüste gelen bir yığın tesadüfi olaylardan oluşma tarihler...
Aradan bir yıl geçtikten sonra çok iyi anlıyorsunuz ki aslında o tarihte olan bir "tesadüf" değildir, şimdiki hayatınızı şekillendiren biricik şeydir.
Sanırım zırvalıyorum.
Düşünüyorum, acaba sana ilk merhaba deyişimde hiç aklıma gelmiş miydi bu uzun harika bir yıl boyunca yanımda olacağın? Kuşkusuz o zamanlar düşünmüyordum böyle... Ama hikayeyi biliyorsun güzelim. Nasıl yakşlaştığımızı, nasıl, nasıl.... Ah o tarihler!
Fırtınalı bir denizdi, süphesiz.
Kararsızlık, ama aslında gayet de emin kendinden.
Çok şey değişti.
Yaşamların çeşitleri vardır. Seninle olan ve sensiz olan.
Ama inanmak aptallık buna; çünkü ilkinde yaşarım, ama ikincisinde sadece nefes alırım.
Karamsarlık, bencillik ve o büyük yok etme isteği...
Kimse mükemmel olduğumuzu iddia edemez, ama mükemmellik ne mümkündür, ne gereklidir bize.
Çok zorlandığımız, ölümün tek çare olduğu fikrine kapıldığımız buhranlı saatlerimiz...
Ve biliyorsun -ah biliyorsun!- o çılgınlık...
Kimi zaman can yakan ve kimi zaman da bulutları ayaklarımızın altına seren deliliğimiz.
Kimse bize "kolay" olacağını söylememişti, ve zorluğa da en başından beri değiyor.
Ne olursun karamsarlığa bırakma kendini. Ne olur kaybetme...
Haklıydın -her zaman değil, ama şu konuda...- ben kontrol sahibi bir insan değilim. Kontrol çok zarar verdi geçmişte... Bilirsin; bilemezsen de konuşuruz bunları. Dedim ya, özellikle SEN konusunda kendimi en ufak dizginlemeye bile kapalı tutuyorum. Benimkisi senin yanında güvende, tok ve mutlu olmaktır.
Derler ki bir kadın çocuksuluğu ve çılgınlığı için sevilirmiş... Bilmem. Hiç, bir kadını sevmedim, nereden bileyim.
İnsanların dediklerinden bize ne!
Biz, biz onları kullanır ve kendimiz öğreniriz. İkimiz!
Sanırım bir diğer önemlisi de "ortak" olmamız... Tartışmalarımıza, fikir alış verişlerimize ne kadar zevkle yaklaştığımı bilirsin... -En azından bana aptal muamelesi yapmadığın zaman. Ah o egoistlik!
Hayallerini seviyorum. Aklıbaşındalığını. İçinde - o kadar öldürülmeye, yokedilmeye çalışılmış olmasına rağmen- hala öylesine güzel, eldeğmemiş harikalar var ki...
Seni anlamadığımı düşünebilirsin. Ya da her şeyi abarttığımı. Veya göremeyecek kadar aptal olduğumu.
Ortak kararımız olduğu üzere, kimseyi bütünüyle çözmek mümkün değildir; ama kasırganın merkezine olabildiğince yaklaşmama izin ver. Koca bir yıl -neler neler oldu...- ve artık bana bu kadar güveniyor olmalısın.
Mesafelerin ne kadar acıttığını biliyorum.
Uykusuzluğun ve kelimelere dökülemeyen onca şeyin de...
Artık farklı görüyorum. Artık... artık çok şey değişti - evet, ömrümün en fırtınalı yılıydı bu.
Kelimelerin önemi yok.
Asla olmadı.
Affet beni.
Yaptıklarım ve yapamadıklarım için.
Bir yıl...
Artık tanıyabiliyorsun, mümkün olduğunca.
Tüm olanlar...
O sayısız saliseler boyu...
Başka evim yok, başka sahibim yok...
Bazen aşırı yorgun, bazen fazla cani.
Ama sonunda, -ne kadar çok isterdim ismini fısıldamayı...- sensiz ölmeyeceğim.
Aynı 365 gün öncesinde, o sonbahar gecesinde ilk kez hayal ettiğim gibi.
Ve ölüm bile teselli olmuyor senin yokluğuna.
Ve eğer ölürsek...
Ve eğer ölürsek güzel gözlü Muhafızım...
Aradan bir yıl geçtikten sonra çok iyi anlıyorsunuz ki aslında o tarihte olan bir "tesadüf" değildir, şimdiki hayatınızı şekillendiren biricik şeydir.
Sanırım zırvalıyorum.
Evet, tam bir yıl oldu. Koca bir yıl. 365 gün. 8760 saat. 525600 saniye. Dile kolay dediklerinden...
Fırtınalı bir denizdi, süphesiz.
Kararsızlık, ama aslında gayet de emin kendinden.
Çok şey değişti.
Ne kadar çok büyük bir yıkıcılık -ne acımasız olabiliyoruz ikimiz de- kanatıp geçtiyse de yaraları, yavaş da olsa -asla bitmeyecek bir şekilde- öğreniyoruz yaşamayı.
Yaşamların çeşitleri vardır. Seninle olan ve sensiz olan.
Ama inanmak aptallık buna; çünkü ilkinde yaşarım, ama ikincisinde sadece nefes alırım.
Karamsarlık, bencillik ve o büyük yok etme isteği...
Kimse mükemmel olduğumuzu iddia edemez, ama mükemmellik ne mümkündür, ne gereklidir bize.
Çok zorlandığımız, ölümün tek çare olduğu fikrine kapıldığımız buhranlı saatlerimiz...
Ve biliyorsun -ah biliyorsun!- o çılgınlık...
Kimi zaman can yakan ve kimi zaman da bulutları ayaklarımızın altına seren deliliğimiz.
Kimse bize "kolay" olacağını söylememişti, ve zorluğa da en başından beri değiyor.
Ne olursun karamsarlığa bırakma kendini. Ne olur kaybetme...
Haklıydın -her zaman değil, ama şu konuda...- ben kontrol sahibi bir insan değilim. Kontrol çok zarar verdi geçmişte... Bilirsin; bilemezsen de konuşuruz bunları. Dedim ya, özellikle SEN konusunda kendimi en ufak dizginlemeye bile kapalı tutuyorum. Benimkisi senin yanında güvende, tok ve mutlu olmaktır.
Derler ki bir kadın çocuksuluğu ve çılgınlığı için sevilirmiş... Bilmem. Hiç, bir kadını sevmedim, nereden bileyim.
İnsanların dediklerinden bize ne!
Biz, biz onları kullanır ve kendimiz öğreniriz. İkimiz!
Hayallerini seviyorum. Aklıbaşındalığını. İçinde - o kadar öldürülmeye, yokedilmeye çalışılmış olmasına rağmen- hala öylesine güzel, eldeğmemiş harikalar var ki...
Seni anlamadığımı düşünebilirsin. Ya da her şeyi abarttığımı. Veya göremeyecek kadar aptal olduğumu.
Bilmem. Yanılıyorsun.
Ortak kararımız olduğu üzere, kimseyi bütünüyle çözmek mümkün değildir; ama kasırganın merkezine olabildiğince yaklaşmama izin ver. Koca bir yıl -neler neler oldu...- ve artık bana bu kadar güveniyor olmalısın.
Mesafelerin ne kadar acıttığını biliyorum.
Uykusuzluğun ve kelimelere dökülemeyen onca şeyin de...
Artık farklı görüyorum. Artık... artık çok şey değişti - evet, ömrümün en fırtınalı yılıydı bu.
Asla olmadı.
Affet beni.
Yaptıklarım ve yapamadıklarım için.
Bir yıl...
Artık tanıyabiliyorsun, mümkün olduğunca.
Ve ölürsek,
beraber öleceğiz.Tüm olanlar...
O sayısız saliseler boyu...
Başka evim yok, başka sahibim yok...
Bazen aşırı yorgun, bazen fazla cani.
Ama sonunda, -ne kadar çok isterdim ismini fısıldamayı...- sensiz ölmeyeceğim.
Aynı 365 gün öncesinde, o sonbahar gecesinde ilk kez hayal ettiğim gibi.
Ve ölüm bile teselli olmuyor senin yokluğuna.
Ve eğer ölürsek...
Ve eğer ölürsek güzel gözlü Muhafızım...
beraber öleceğiz.
27 Eylül, 2010
"Berenice" ; Edgar Allan POE
Berenice...
Benim Edgar Allan Poe'ya olan hayranlığımın kaynağı, başlangıcı, bu müthiş adamın hikayelerine duyguğum aşkın ilk göz ağrısıdır Berenice.
Okuğum ikinci Poe hikayesaiydi kendisi, -ilki "Şişede Bulunan El Yazması" idi- ve daha sonraki bulduğum her hikayesini okumak için sabırsızlanmam da Berenice'i okumamdan sonradır...
Lafı uzatmadan sizi bu güzellikle başbaşa bırakacağım; ama elbette eklemek istediğim birkaç şey var.
Ben elbette farklı bir çeviriyi okudum ve aslında kendi okuduğum daha başarılı geldi bana. Şu an okuyacağınızın dilbilgisi ve noktalama işareti kontrolünü de yapamadım, mazur görün.
Ben daha fazlasını isterim derseniz...
Ve karşınızda...
Istırap çeşit çeşittir. Yeryüzünün lanetleri biçim biçim. Gökkuşağı gibi engin ufka uzanmak, renkleri o kemerinki kadar çeşitli -uzaktır da, onun kadar iç içe değil. Engin ufka gökkuşağı misali uzanmak! Bu güzellikten nasıl oldu da böylesi bir sevimsizlik çıkarabildim? Barış akdinden kederin bir benzerini? Etik der ki, kötü iyinin bir sonucudur, bu yüzden de neşeden üzüntü doğar. Hem geçmişteki mutluluk şimdinin kederidir, hem de ıstıraplar olmuş olabilecek coşkulara dayanır.
Çocukluk yıllarımdaki anılarım hep kütüphane ve içindeki kitaplarla ilgili -ki onlardan daha fazla bahsetmeyeceğim. Burada annem öldü. Burada ben doğdum. Ama daha önce yaşamadığımı söylemek gereksiz olur -çünkü ruh ezelidir. İnkar mı ediyorsunuz? -bunu tartışmayalım. Ben çoktan ikna olduğumdan, ikna etmeyi umursamıyorum. Yine de, -ruhani ve anlamlı gözlerin -seslerin, ahenkli ve hüzünlü -ki göz ardı edilemez semavi biçimlerini hatırlıyorum; bulanık, değişken, muğlak, titrek; aklımın ışığı varoldukça kurtulamayacağım cinsten gölge gibi bir anı.
O odada ben doğdum.
Kuzenimin fiziksel ve ahlaki oluşunda korkunç etkiler yapan o ölümcül ve temel hastalığın getirdiği hastalıklar arasındaki en inatçı ve tehlikeli huylu olanı belki de kendisini sık sık bir transla -mutlak çözülmeye çok benzeyen ve bitimi çoğu zaman ürkütücü anilikte olan bir trans- noktalayan o epilepsi türüydü. Bu arada benim hastalığım –ki onu başka bir şekilde anmamam söylenmişti -benim hastalığım her an şiddetlenerek hızla ilerledi ve -üzerimde en anlaşılmadık hükümranlığını kurarak -bir roman kahramanının monomanik(2) kişiliğine ve alışılmadık bir yapıya dönüştürdü. Bu monomani, ille de ona isim vermem gerekiyorsa, aklın metafizik bilimde dikkatle izleyen diye adlandırılan özelliklerinin hastalıklı bir şekilde rahatsızlanmasından meydana geliyordu. Büyük ihtimalle anlaşılmıyorum; ama korkarım benim durumumda düşünce güçlerinin (teknik konuşmuyorum) kendilerini meşgul ettiği ve gömdükleri, yeryüzünün en basit nesnesine bile duyduğum ilginin beyinsel yoğunluğunu sıradan okurun anlayacağı bir biçime yeterince taşıyabilmem çok da mümkün değil.
Dikkatim sayfa kenarındaki ya da bir kitabın kapağındaki saçma bir desene odaklanmışken bitmek bilmeyen saatler boyunca düşünmek; güzel bir yaz gününde duvardaki kilimin yada kapının üzerine eğri düşmüş yabanıl bir gölgenin içine hapis olmak; kıpırtısız bir lambanın alevini yada bir ateşin korunu izlerken bütün bir gece kendimi kaybetmek; günlerimi bir çiçeğin kokusu üzerine hayaller kurarak geçirmek; bilindik bir kelimeyi, ta ki ses hiçbir şey ifade etmeyene kadar aynı vurguyla tekrar etmek; uzun ve kalıcı şekilde korunan mutlak hareketsizliğim sayesinde, hareket yada fiziksel varlıkla ilgili tüm duyularımı kaybetmek; -bunlar, zihinsel duyularımın sebep olduğu temel ve en zararsız davranışlardan bazıları, benzersiz olmasalar da açıkça anlatabilme yada analiz benzeri herhangi bir şeye meydan okuyorlardı.
Yine de yanlış anlaşılmayayım. Nesnelerin saçma özelliklerinden doğan bu ciddi, aşırı ve hastalıklı dikkat, insanlarda, özellikle keskin halay gücüne sahip olanlarda, genellikle görünen o derin düşüncelere dalma eğilimi ile karıştırılmamalıdır. İlk bakışta öyle sanılsa bile, bu gibi bir durumun çok uç noktası yada abartılmış bir biçimi değildi, esasen bundan farklı ve ayrıydı. Birinde önemsiz olmayan bir nesneyle ilgilenen hayalperest, çıkardığı sonuçların ve fikirlerin etkisiyle ayırtına varmaksızın nesnenin algısını da yitirmeye başlar, ta ki zevk dolu bir gündüz düşünün sonunda, tahrik nesnesinin yada ilk sebebinin tamamen unutulup ortadan kaybolduğunu fark edene kadar. Benim durumunda ise, her ne kadar bana izafi ve gerçek dışı değeri varmış gibi görünse de, ilk nesne her zaman önemsizdi. Eğer yapabildiysem, çıkarabildiğim az bir sonuç da en nihayetinde zuhur buldukları objeye geri dönüyordu. Bu dalıp gitmelerin hiçbirisi keyif vermiyordu; ve düşten uyandığımda, ilk sebep silinip gitmek şöyle dursun, hastalığın en önemli özelliği olarak olağanüstü abartılı bir şekilde dikkat çekiyordu. Tek kelimeyle zihnin beni etkisi altına alan güçleri, dedim ya, dikkatli, hayalperestlerinki ise, spekülatif idi.
Bu dönemdeki kitaplarım, eğer hastalığımı daha da kötüleştirmişlerse, görülecektir ki, düşsel ve akıl dışı yapıları ile, onun belirtileri arasına girmişlerdir. Aralarında, soylu İtalyan Coelius Secundus Curio’nun incelemesi “de Amplitudine Beati Regni Dei(3)”yi; St. Austin’in harika “Tanrının şehri”ni; Tertullian’ın, haftalarca zahmetli ve verimsiz çalışmamı gerektirmiş “Mortuus est Dei filius; credible est quia ineptum est: et sepultus resurrexit; certum est quia impossibile est(4)” paradoksunu barındıran “de Carne Christi”sini hatırlarım.
Öyle görünüyor ki, sadece önemi olmayan şeylerle dengesini kaybeden aklım, Ptolemy Hephestion’un bahsettiği, insan vahşetinin saldırılarına, denizin ve rüzgarın engin öfkesine istikrarlı bir şekilde karşı koyan ve sadece Asphodel adında bir çiçeğin dokunuşu ile ürperen okyanus kayalıklarına benziyordu. Dikkatsiz olan herhangi bir okuyucu sanabilir ki, ümitsiz hastalığının, Berenice’in karakterinde meydana getirdiği değişiklik, benim şu anlatmakta zorlandığım anormal düşüncelere dalma hastalığım için sürüyle nesne sağlayacaktır, ki durum kesinlikle bu değildi. Hastalığımın şuurlu olduğum zamanlarında onun felaketi bana aslında acı verdi, nazik ve ferah hayatının büyük afetini içimde hissettiğimden, böylesi alışılmadık bir değişimin bu kadar kısa sürede yarattığı olağanüstü şeyler üzerinde sık ve derin düşüncelere girişmedim. Bu düşünceler, hastalığımın mizacı sebebiyle ortaya çıkmıyordu, o şartlarda, insanların büyük çoğunluğunda belirebilecek cinstendi. Hastalığım kendi karakterine sadık kalarak, Berenice’in dış görünüşünde olan önemsizce ama daha ürpertici değişikliklerden zevk alıyordu –kişisel kimliğinin tuhaf ve en tüyler ürperten şekilde bozulmasından.
Şüphe yok ki benzersiz güzelliğinin en parlak günlerinde onu sevmedim. Varoluşumun tuhaf sapması içinde, ona karşı hislerim içten olmadı, tutkularım ise hep mantığıma aitti. Sabahın alacakaranlığında -öğlen güneşinin altında ormandaki gölgelerin hapsinde -ve geceleyin kütüphanemin sessizliğinde, gözümün önünden hızla geçerken onu görürdüm -yaşayan ve nefes alan Berenice gibi değil, daha çok bir düşün Berenice’i gibi -bu dünyaya ait, dünyevi bir varlık olarak değil de, böyle bir varlığın soyut hali olarak -hayranlık duyulacak değil, incelenecek bir şey gibi, aşık olunacak bir nesne değil, gelişigüzel bir söylentinin kavranılması en zor fikri gibi.
Ve şimdi, şimdi varlığından irkiliyorken, o yaklaştıkça solgunlaşırken; düşkün ve perişan hali için hala ağlamaklıyken, beni uzun zaman sevmiş olduğunu hatırladım ve kahrolası bir anda ona evlilikten bahsettim.
En nihayetinde düğünümüz yaklaşırken, kışın bir öğleden sonra, -güzel Halycon’un dadısı(5) olan o mevsimsiz ılık ve sisli günlerden birinde -kütüphanemin iç odasında yalnız olduğumu sanarak oturuyordum. Gözlerimi kaldırdığımda ama, Berenice’in karşımda durduğunu gördüm.
Bu benim hayalim -yada sisli havanın etkisi yüzünden -odanın belli belirsiz alaca karanlığı - yada onun görüntüsü üzerine düşen loş perde yüzünden miydi ki sureti bu kadar kararsız ve bulanıktı? Bunu bilmiyorum. Tek kelime etmedi, bense dünyayı verseler konuşamazdım. Üstümden buz gibi bir ürperti geçti; katlanılmaz bir kaygı çöktü; yakıcı bir merak ruhuma işledi; ve sandalyede arkama yaslanmış dururken, gözlerim ona dikili, bir zaman nefessiz ve hareketsiz kaldım. Yazık! İnanılmaz derecede zayıflamıştı ve vücudunun hiçbir çizgisinde, eski varlığına ait en ufak bir işaret yoktu. Bakışlarım sonunda yüzüne vardı.
Garip bir uysallığı olan, çok solgun ve geniş alnını eskiden simsiyah olan saçı örtmüştü; şimdi ise parlak sarıydı ve çukur şakaklarını gölgeleyen tuhaf yapılı sayısız lüleler yüzünde hüküm süren kasvetle uyumsuzluk yaratıyordu. Gözleri cansız ve mat, gözbebeği ise yok gibiydi ve ben onların donuk bakışlarından istemeyerek gözümü kaçırıp ince ve kurumuş dudaklarını seyretmeye başladım. Aralandılar ve değişmiş Berenice’in dişleri, özel bir anlamı olan bir gülüşle yavaşça kendini gösterdi. Allah için, onları keşke hiç görmemiş olsaydım, yada görür görmez ölseydim!
***
Kapının çarpması beni kendime getirdi ve bakındığımda, kuzenimin odadan çıkmış olduğunu gördüm. Ama yazık ki beynimin karman çorman odasından çıkmamıştı, beyaz, beti benzi atmış dişin hayaletini defedemiyordum. Sadece gülüşü, üstlerindeki en ufak noktayı -minelerindeki tek bir gölgeyi -kenarlarında en ufak tırtığı belleğime dağlamaya yetmişti. Şimdi onları o zamankinden çok daha kesin bir biçimde görebiliyordum. İlk büyümeye başladıkları andan beri ağrıdan kıvranan dudaklarla beraber, önümde, burada, orada, ve her yerde açık ve aşikar duran, uzun, dar, ve inanılmaz beyaz – dişler! Dişler! Sonra, monomanimin büyük gazabı geldi, onun garip ve karşı konulmaz etkisiyle boşuna mücadele ettim. Dış dünya nesnelerinin bolluğuna rağmen, dişlerden başka düşüncem yoktu. Onları delice arzuluyordum. Tek bir düşleri bile tüm diğer nesneleri ve olayları kaplıyordu. Zihnimde onlar -sadece onlar vardı, ve yegâne kimlikleri ile düşüncelerimin özü oldular. Onları her ışığa tuttum. Her şekilde baktım. Huylarını inceledim. Tuhaflıkları üzerinde durdum. Uyumlarını düşündüm. Doğalarındaki değişime tefekkür ettim. Hayalimde onlara duyarlı ve sezgili bir güç ve hatta dudakların yardımı olmadan ifade yetisi verirken titriyordum. Mad’selle Salle hakkında ne hoş söylemişler, "que tous ses pas étaient des sentiments"(6), ve Berenice hakkında buna daha çok inandım - que toutes ses dents etaient des idées (7). Des idées!(8) -işte beni mahveden ahmak düşünce! Des idées! –bu yüzden onlara bu denli imrendim! Yalnızca onlara sahip olmak bana huzuru ve aklımı geri verir sanıyordum.
Böylece akşam oldu -karanlık çöktü, oyalandı ve gitti -ve gün yine doğdu -şimdi ise ikinci gecenin buğusu çevreyi dolduruyordu –kimsesiz odada hala kıpırtısız oturuyordum; hala düşüncelerime gömülüydüm ve hala dişlerin hayali en canlı ve iğrenç haliyle odanın değişen gölgeleri ve ışığı arasında gezinerek hüküm sürüyordu. Sonunda düşümde korku ve dehşet dolu bir çığlık koptu; ve bunun üstüne, sessizliği izleyen ıstırap dolu sesler, keder yada acının kısık iniltilerine karıştı.Yerimden kalkıp kütüphanenin kapılarından birini açtığımda, gözyaşları içinde antrede duran bir hizmetçi kadın, Berenice’in artık yaşamadığını söyledi. Sabahın erken bir vakti sara krizine yakalanmış, şimdi gecenin sonuna doğru ise, bütün defin hazırlıkları tamamlanmış ve mezar, sahibi için hazırlanmıştı.
Önümdeki masada bir lamba yanıyordu ve yanında da bir kutu vardı. Öyle dikkat çeken bir özelliği yoktu, aile hekimine ait olduğundan daha önce de sık sık görmüştüm; ama masama nasıl gelmişti ve ona bakarken neden titriyordum? Tüm bunların izahı yoktu ve sonunda gözlerim önümde açık duran kitabın altı çizili bir cümlesine düştü. Şair İbni Zeyyat’ın basit ama fevkalade kelimeleriydi, "Dicebant mihi sodales si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas.(1)". Onları okurken neden tüylerim diken diken oldu da kanım damarlarımda buz kesti?
Kütüphanenin kapısı hafifçe vuruldu, ve ceset kadar solgun hizmetkar ayakucunda yürüyerek içeri girdi. Bakışları korku içindeydi ve titrek, boğuk bir sesle konuştu. Ne dedi? -bölük pörçük birkaç cümle duydum. Gecenin sessizliğini yırtan yabanıl bir çığlıktan -ev ahalisinin toplanmasından -sesin nereden geldiğini aramalarından bahsetti; sonra sesi, açılmış bir mezardan -kefende, biçimi bozulmuş bir cesetten bahsederken nefes kesici bir şekilde farklılaştı, hala nefes alan, kalbi atan, hala yaşayan bir bedenden!
Giysilerimi işaret etti;- kana ve çamura bulanmışlardı. Konuşmadım, nazikçe elimi tuttu; -elim tırnak izleriyle doluydu. Duvardaki bir şeyi gösterdi; -birkaç dakika baktım; -bir kürekti. Bağırarak masaya atıldım, üzerindeki kutuyu kavradım. Açamıyordum; sarsıntılarım arasında elimden kaydı, külçe gibi yere düşüp parçalandı; içinden, bir takım diş aletleri ve birbirine karışmış otuz iki küçük, beyaz ve kemik rengi şey, tıkırdayarak odanın dört bir yanına saçıldı.
(1) Arkadaşlarım bana sevdiğimin kabrini ziyaret edersem acımın biraz olsun dineceğini söyledi.
(2) Monomani - tek şeye kafa takma şeklinde beliren akli dengesizlik
(3) Tanrının talihli krallığının büyüklüğü üstüne
(4) “Tanrının oğlu öldü; buna tamamen inanılır çünkü pek uygunsuz: ve gömüldükten sonra dirildi; bu pek aşikar, çünkü olanaksız.”
-- Cümle genellikle – Hıristiyanlığın, İncil'de olduğu gibi mantık ya da rasyonellikle engellenmeyen bir doktrini olan fideism ile ilişkilendirilir. Bazı varoluşçuların da farklı yorumlarında kullanılmıştır.
(5) Jüpiter, kış süresince, iki kere birer haftalık sıcak hava getirir, insanlar bu mevsim ve hava değişikliğine,güzel Halcycon’un dadısı demişlerdir. -Simonides.
(6) “Onun her bir adımı duyguydu.”
(7) “Dişlerinin her biri düşünceydi.”
(8) Fikirler
* Öykünün Poe tarafından verilmiş ilk adı “The Teeth” – “Dişler” olup, sonradan yine kendisi tarafından değiştirilmiştir.
Benim Edgar Allan Poe'ya olan hayranlığımın kaynağı, başlangıcı, bu müthiş adamın hikayelerine duyguğum aşkın ilk göz ağrısıdır Berenice.
Okuğum ikinci Poe hikayesaiydi kendisi, -ilki "Şişede Bulunan El Yazması" idi- ve daha sonraki bulduğum her hikayesini okumak için sabırsızlanmam da Berenice'i okumamdan sonradır...
Lafı uzatmadan sizi bu güzellikle başbaşa bırakacağım; ama elbette eklemek istediğim birkaç şey var.
Ben elbette farklı bir çeviriyi okudum ve aslında kendi okuduğum daha başarılı geldi bana. Şu an okuyacağınızın dilbilgisi ve noktalama işareti kontrolünü de yapamadım, mazur görün.
Ben daha fazlasını isterim derseniz...
Edgar Allan Poe Bütün Hikayeleri -1- ; İthaki Yayınları
Ve karşınızda...
BERENICE
Istırap çeşit çeşittir. Yeryüzünün lanetleri biçim biçim. Gökkuşağı gibi engin ufka uzanmak, renkleri o kemerinki kadar çeşitli -uzaktır da, onun kadar iç içe değil. Engin ufka gökkuşağı misali uzanmak! Bu güzellikten nasıl oldu da böylesi bir sevimsizlik çıkarabildim? Barış akdinden kederin bir benzerini? Etik der ki, kötü iyinin bir sonucudur, bu yüzden de neşeden üzüntü doğar. Hem geçmişteki mutluluk şimdinin kederidir, hem de ıstıraplar olmuş olabilecek coşkulara dayanır.
Vaftiz adım Egaeus; aileminkinden ise söz etmeyeceğim. Yine de çevrede miras aldığım kasvetli, karanlık malikanelerimden daha saygın bir yapı yoktur. Soyumuza hayalperestler ırkı denmiştir; ki birçok dikkati çeken ayrıntıda -aile köşkünün karakterinde -baş salonun fresklerinde -yatak odalarının duvarlarındaki örtülerde -silah deposundaki bazı payandaların oymalarında -kütüphanenin tarzında -ve son olarak da, kütüphane içeriğinin o kendine özgü havasında, bu inancı pekiştirecek yeterinden fazla delil vardır.
Çocukluk yıllarımdaki anılarım hep kütüphane ve içindeki kitaplarla ilgili -ki onlardan daha fazla bahsetmeyeceğim. Burada annem öldü. Burada ben doğdum. Ama daha önce yaşamadığımı söylemek gereksiz olur -çünkü ruh ezelidir. İnkar mı ediyorsunuz? -bunu tartışmayalım. Ben çoktan ikna olduğumdan, ikna etmeyi umursamıyorum. Yine de, -ruhani ve anlamlı gözlerin -seslerin, ahenkli ve hüzünlü -ki göz ardı edilemez semavi biçimlerini hatırlıyorum; bulanık, değişken, muğlak, titrek; aklımın ışığı varoldukça kurtulamayacağım cinsten gölge gibi bir anı.
Yokluk gibi görünse de öyle olmayan uzun bir geceden -bir keresinde periler ülkesinin tam göbeğine -düş sarayına -bilgelik ve erdemin vahşi egemenliğinde -uyandığımda şaşkın ve ateşli gözlerle çevreye bakınmam tuhaf değildi; ama çocukluğumu kitapların arasında aylak aylak harcayıp gençliğimi üzüntü içinde çarçur ettikten sonra, seneler geçip de erkekliğin gün dönümü beni hala babamın malikanesinde buluverdiğinde -hayatımın baharına çöken durgunluk -en temel düşüncemin bile tamamen tersine dönmesi ise -tuhaftır. Yeryüzünün gerçekleri beni sadece ama sadece görüntüler olarak etkilerken, düşler ülkesinin ipe sapa gelmez fikirleri sırasıyla belirdiklerinde -gündelik varlığımın malzemesine değil ama o varlığın tastamam kendisine dönüşüyordu.
Berenice ve ben kuzendik ve birlikte ailemin malikanesinde büyümüştük. Farklı yetiştirildiğimizden -ben hastalıktan ölmek üzere ve kedere boğulmuş -o çevik, zarif ve enerji dolu; onunki tepelerdeki gezintiler -benimki revaklı avluda çalışmalar -ben en yoğun ve acılı düşüncelere bağımlı bedenim ve ruhumla kendi kendime yaşardım -o, yoluna çıkacak herhangi bir gölgeyi ya da kapkara saatlerin sessiz ilerleyişlerini aklına getirmeksizin hayata karışırdı. Berenice! -Adını çağırıyorum -Berenice! -ve belleğimin karanlık yıkıntılarından binlerce fırtınalı anı sesime uyanıyor! Ah! Önümdeki görüntüsü ne kadar da canlı, gamsızlığının ve neşesinin ilk zamanlarındaki gibi! Görkemli, akıl almaz güzellik! Oh! Arnheim çalılarının ortasındaki hava perisi! - Pınarlarındaki su perisi! -ve sonrası - sonrası ki sır ve dehşet ve anlatılmaması gereken bir hikaye. Hastalık -ölümcül bir hastalık - çehresinin üzerine samyeli gibi indi, gözümün önünde değişimin ruhu üzerine dolandı, aklına, alışkanlıklarına ve karakterine işleyerek, en sinsi ve korkunç olanı da, kimliğini altüst ederek! Çok yazık! Muhrip geldi ve gitti, Berenice’in yerinde duran kurbanıysa –artık onun kim olduğunu bilmiyordum -yada onu Berenice olarak bilmiyordum.
Kuzenimin fiziksel ve ahlaki oluşunda korkunç etkiler yapan o ölümcül ve temel hastalığın getirdiği hastalıklar arasındaki en inatçı ve tehlikeli huylu olanı belki de kendisini sık sık bir transla -mutlak çözülmeye çok benzeyen ve bitimi çoğu zaman ürkütücü anilikte olan bir trans- noktalayan o epilepsi türüydü. Bu arada benim hastalığım –ki onu başka bir şekilde anmamam söylenmişti -benim hastalığım her an şiddetlenerek hızla ilerledi ve -üzerimde en anlaşılmadık hükümranlığını kurarak -bir roman kahramanının monomanik(2) kişiliğine ve alışılmadık bir yapıya dönüştürdü. Bu monomani, ille de ona isim vermem gerekiyorsa, aklın metafizik bilimde dikkatle izleyen diye adlandırılan özelliklerinin hastalıklı bir şekilde rahatsızlanmasından meydana geliyordu. Büyük ihtimalle anlaşılmıyorum; ama korkarım benim durumumda düşünce güçlerinin (teknik konuşmuyorum) kendilerini meşgul ettiği ve gömdükleri, yeryüzünün en basit nesnesine bile duyduğum ilginin beyinsel yoğunluğunu sıradan okurun anlayacağı bir biçime yeterince taşıyabilmem çok da mümkün değil.
Dikkatim sayfa kenarındaki ya da bir kitabın kapağındaki saçma bir desene odaklanmışken bitmek bilmeyen saatler boyunca düşünmek; güzel bir yaz gününde duvardaki kilimin yada kapının üzerine eğri düşmüş yabanıl bir gölgenin içine hapis olmak; kıpırtısız bir lambanın alevini yada bir ateşin korunu izlerken bütün bir gece kendimi kaybetmek; günlerimi bir çiçeğin kokusu üzerine hayaller kurarak geçirmek; bilindik bir kelimeyi, ta ki ses hiçbir şey ifade etmeyene kadar aynı vurguyla tekrar etmek; uzun ve kalıcı şekilde korunan mutlak hareketsizliğim sayesinde, hareket yada fiziksel varlıkla ilgili tüm duyularımı kaybetmek; -bunlar, zihinsel duyularımın sebep olduğu temel ve en zararsız davranışlardan bazıları, benzersiz olmasalar da açıkça anlatabilme yada analiz benzeri herhangi bir şeye meydan okuyorlardı.
Yine de yanlış anlaşılmayayım. Nesnelerin saçma özelliklerinden doğan bu ciddi, aşırı ve hastalıklı dikkat, insanlarda, özellikle keskin halay gücüne sahip olanlarda, genellikle görünen o derin düşüncelere dalma eğilimi ile karıştırılmamalıdır. İlk bakışta öyle sanılsa bile, bu gibi bir durumun çok uç noktası yada abartılmış bir biçimi değildi, esasen bundan farklı ve ayrıydı. Birinde önemsiz olmayan bir nesneyle ilgilenen hayalperest, çıkardığı sonuçların ve fikirlerin etkisiyle ayırtına varmaksızın nesnenin algısını da yitirmeye başlar, ta ki zevk dolu bir gündüz düşünün sonunda, tahrik nesnesinin yada ilk sebebinin tamamen unutulup ortadan kaybolduğunu fark edene kadar. Benim durumunda ise, her ne kadar bana izafi ve gerçek dışı değeri varmış gibi görünse de, ilk nesne her zaman önemsizdi. Eğer yapabildiysem, çıkarabildiğim az bir sonuç da en nihayetinde zuhur buldukları objeye geri dönüyordu. Bu dalıp gitmelerin hiçbirisi keyif vermiyordu; ve düşten uyandığımda, ilk sebep silinip gitmek şöyle dursun, hastalığın en önemli özelliği olarak olağanüstü abartılı bir şekilde dikkat çekiyordu. Tek kelimeyle zihnin beni etkisi altına alan güçleri, dedim ya, dikkatli, hayalperestlerinki ise, spekülatif idi.
Bu dönemdeki kitaplarım, eğer hastalığımı daha da kötüleştirmişlerse, görülecektir ki, düşsel ve akıl dışı yapıları ile, onun belirtileri arasına girmişlerdir. Aralarında, soylu İtalyan Coelius Secundus Curio’nun incelemesi “de Amplitudine Beati Regni Dei(3)”yi; St. Austin’in harika “Tanrının şehri”ni; Tertullian’ın, haftalarca zahmetli ve verimsiz çalışmamı gerektirmiş “Mortuus est Dei filius; credible est quia ineptum est: et sepultus resurrexit; certum est quia impossibile est(4)” paradoksunu barındıran “de Carne Christi”sini hatırlarım.
Öyle görünüyor ki, sadece önemi olmayan şeylerle dengesini kaybeden aklım, Ptolemy Hephestion’un bahsettiği, insan vahşetinin saldırılarına, denizin ve rüzgarın engin öfkesine istikrarlı bir şekilde karşı koyan ve sadece Asphodel adında bir çiçeğin dokunuşu ile ürperen okyanus kayalıklarına benziyordu. Dikkatsiz olan herhangi bir okuyucu sanabilir ki, ümitsiz hastalığının, Berenice’in karakterinde meydana getirdiği değişiklik, benim şu anlatmakta zorlandığım anormal düşüncelere dalma hastalığım için sürüyle nesne sağlayacaktır, ki durum kesinlikle bu değildi. Hastalığımın şuurlu olduğum zamanlarında onun felaketi bana aslında acı verdi, nazik ve ferah hayatının büyük afetini içimde hissettiğimden, böylesi alışılmadık bir değişimin bu kadar kısa sürede yarattığı olağanüstü şeyler üzerinde sık ve derin düşüncelere girişmedim. Bu düşünceler, hastalığımın mizacı sebebiyle ortaya çıkmıyordu, o şartlarda, insanların büyük çoğunluğunda belirebilecek cinstendi. Hastalığım kendi karakterine sadık kalarak, Berenice’in dış görünüşünde olan önemsizce ama daha ürpertici değişikliklerden zevk alıyordu –kişisel kimliğinin tuhaf ve en tüyler ürperten şekilde bozulmasından.
Şüphe yok ki benzersiz güzelliğinin en parlak günlerinde onu sevmedim. Varoluşumun tuhaf sapması içinde, ona karşı hislerim içten olmadı, tutkularım ise hep mantığıma aitti. Sabahın alacakaranlığında -öğlen güneşinin altında ormandaki gölgelerin hapsinde -ve geceleyin kütüphanemin sessizliğinde, gözümün önünden hızla geçerken onu görürdüm -yaşayan ve nefes alan Berenice gibi değil, daha çok bir düşün Berenice’i gibi -bu dünyaya ait, dünyevi bir varlık olarak değil de, böyle bir varlığın soyut hali olarak -hayranlık duyulacak değil, incelenecek bir şey gibi, aşık olunacak bir nesne değil, gelişigüzel bir söylentinin kavranılması en zor fikri gibi.
Ve şimdi, şimdi varlığından irkiliyorken, o yaklaştıkça solgunlaşırken; düşkün ve perişan hali için hala ağlamaklıyken, beni uzun zaman sevmiş olduğunu hatırladım ve kahrolası bir anda ona evlilikten bahsettim.
En nihayetinde düğünümüz yaklaşırken, kışın bir öğleden sonra, -güzel Halycon’un dadısı(5) olan o mevsimsiz ılık ve sisli günlerden birinde -kütüphanemin iç odasında yalnız olduğumu sanarak oturuyordum. Gözlerimi kaldırdığımda ama, Berenice’in karşımda durduğunu gördüm.
Bu benim hayalim -yada sisli havanın etkisi yüzünden -odanın belli belirsiz alaca karanlığı - yada onun görüntüsü üzerine düşen loş perde yüzünden miydi ki sureti bu kadar kararsız ve bulanıktı? Bunu bilmiyorum. Tek kelime etmedi, bense dünyayı verseler konuşamazdım. Üstümden buz gibi bir ürperti geçti; katlanılmaz bir kaygı çöktü; yakıcı bir merak ruhuma işledi; ve sandalyede arkama yaslanmış dururken, gözlerim ona dikili, bir zaman nefessiz ve hareketsiz kaldım. Yazık! İnanılmaz derecede zayıflamıştı ve vücudunun hiçbir çizgisinde, eski varlığına ait en ufak bir işaret yoktu. Bakışlarım sonunda yüzüne vardı.
Garip bir uysallığı olan, çok solgun ve geniş alnını eskiden simsiyah olan saçı örtmüştü; şimdi ise parlak sarıydı ve çukur şakaklarını gölgeleyen tuhaf yapılı sayısız lüleler yüzünde hüküm süren kasvetle uyumsuzluk yaratıyordu. Gözleri cansız ve mat, gözbebeği ise yok gibiydi ve ben onların donuk bakışlarından istemeyerek gözümü kaçırıp ince ve kurumuş dudaklarını seyretmeye başladım. Aralandılar ve değişmiş Berenice’in dişleri, özel bir anlamı olan bir gülüşle yavaşça kendini gösterdi. Allah için, onları keşke hiç görmemiş olsaydım, yada görür görmez ölseydim!
***
Kapının çarpması beni kendime getirdi ve bakındığımda, kuzenimin odadan çıkmış olduğunu gördüm. Ama yazık ki beynimin karman çorman odasından çıkmamıştı, beyaz, beti benzi atmış dişin hayaletini defedemiyordum. Sadece gülüşü, üstlerindeki en ufak noktayı -minelerindeki tek bir gölgeyi -kenarlarında en ufak tırtığı belleğime dağlamaya yetmişti. Şimdi onları o zamankinden çok daha kesin bir biçimde görebiliyordum. İlk büyümeye başladıkları andan beri ağrıdan kıvranan dudaklarla beraber, önümde, burada, orada, ve her yerde açık ve aşikar duran, uzun, dar, ve inanılmaz beyaz – dişler! Dişler! Sonra, monomanimin büyük gazabı geldi, onun garip ve karşı konulmaz etkisiyle boşuna mücadele ettim. Dış dünya nesnelerinin bolluğuna rağmen, dişlerden başka düşüncem yoktu. Onları delice arzuluyordum. Tek bir düşleri bile tüm diğer nesneleri ve olayları kaplıyordu. Zihnimde onlar -sadece onlar vardı, ve yegâne kimlikleri ile düşüncelerimin özü oldular. Onları her ışığa tuttum. Her şekilde baktım. Huylarını inceledim. Tuhaflıkları üzerinde durdum. Uyumlarını düşündüm. Doğalarındaki değişime tefekkür ettim. Hayalimde onlara duyarlı ve sezgili bir güç ve hatta dudakların yardımı olmadan ifade yetisi verirken titriyordum. Mad’selle Salle hakkında ne hoş söylemişler, "que tous ses pas étaient des sentiments"(6), ve Berenice hakkında buna daha çok inandım - que toutes ses dents etaient des idées (7). Des idées!(8) -işte beni mahveden ahmak düşünce! Des idées! –bu yüzden onlara bu denli imrendim! Yalnızca onlara sahip olmak bana huzuru ve aklımı geri verir sanıyordum.
Böylece akşam oldu -karanlık çöktü, oyalandı ve gitti -ve gün yine doğdu -şimdi ise ikinci gecenin buğusu çevreyi dolduruyordu –kimsesiz odada hala kıpırtısız oturuyordum; hala düşüncelerime gömülüydüm ve hala dişlerin hayali en canlı ve iğrenç haliyle odanın değişen gölgeleri ve ışığı arasında gezinerek hüküm sürüyordu. Sonunda düşümde korku ve dehşet dolu bir çığlık koptu; ve bunun üstüne, sessizliği izleyen ıstırap dolu sesler, keder yada acının kısık iniltilerine karıştı.Yerimden kalkıp kütüphanenin kapılarından birini açtığımda, gözyaşları içinde antrede duran bir hizmetçi kadın, Berenice’in artık yaşamadığını söyledi. Sabahın erken bir vakti sara krizine yakalanmış, şimdi gecenin sonuna doğru ise, bütün defin hazırlıkları tamamlanmış ve mezar, sahibi için hazırlanmıştı.
***
Kendimi kütüphanede yine yalnız oturuyorken buldum. Karışık ve heyecanlı bir düşten yeni uyanmıştım sanki. Şimdi gece yarısı olduğunu biliyordum ve Berenice’in güneş battığından beri toprakta olduğunu. Ama aradaki kasvetli süre hakkında kesin –yada en azından belirli- bir fikrim yoktu. Yine de hatırası korkuyla doluydu –bulanıklığıyla daha da güçlenen korku, belirsizliğiyle daha da berbatlaşan dehşetle. Varlığıma belirsiz, iğrenç ve anlaşılmaz bir şekilde işlenmiş terör yüklü bir sayfaydı. Ara sıra ölmüş bir sesin ruhu gibi, tırmalayıcı ve insanın içine işleyen bir kadın çığlığı kulaklarımda yankılandığında, bunları çözmek için boşuna çabalıyordum. Bir şey yapmıştım -ama ne? Yüksek sele bu soruyu sordum, ve odanın yankısı geri fısıldadı, “Ama ne?”Önümdeki masada bir lamba yanıyordu ve yanında da bir kutu vardı. Öyle dikkat çeken bir özelliği yoktu, aile hekimine ait olduğundan daha önce de sık sık görmüştüm; ama masama nasıl gelmişti ve ona bakarken neden titriyordum? Tüm bunların izahı yoktu ve sonunda gözlerim önümde açık duran kitabın altı çizili bir cümlesine düştü. Şair İbni Zeyyat’ın basit ama fevkalade kelimeleriydi, "Dicebant mihi sodales si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas.(1)". Onları okurken neden tüylerim diken diken oldu da kanım damarlarımda buz kesti?
Kütüphanenin kapısı hafifçe vuruldu, ve ceset kadar solgun hizmetkar ayakucunda yürüyerek içeri girdi. Bakışları korku içindeydi ve titrek, boğuk bir sesle konuştu. Ne dedi? -bölük pörçük birkaç cümle duydum. Gecenin sessizliğini yırtan yabanıl bir çığlıktan -ev ahalisinin toplanmasından -sesin nereden geldiğini aramalarından bahsetti; sonra sesi, açılmış bir mezardan -kefende, biçimi bozulmuş bir cesetten bahsederken nefes kesici bir şekilde farklılaştı, hala nefes alan, kalbi atan, hala yaşayan bir bedenden!
Giysilerimi işaret etti;- kana ve çamura bulanmışlardı. Konuşmadım, nazikçe elimi tuttu; -elim tırnak izleriyle doluydu. Duvardaki bir şeyi gösterdi; -birkaç dakika baktım; -bir kürekti. Bağırarak masaya atıldım, üzerindeki kutuyu kavradım. Açamıyordum; sarsıntılarım arasında elimden kaydı, külçe gibi yere düşüp parçalandı; içinden, bir takım diş aletleri ve birbirine karışmış otuz iki küçük, beyaz ve kemik rengi şey, tıkırdayarak odanın dört bir yanına saçıldı.
(1) Arkadaşlarım bana sevdiğimin kabrini ziyaret edersem acımın biraz olsun dineceğini söyledi.
(2) Monomani - tek şeye kafa takma şeklinde beliren akli dengesizlik
(3) Tanrının talihli krallığının büyüklüğü üstüne
(4) “Tanrının oğlu öldü; buna tamamen inanılır çünkü pek uygunsuz: ve gömüldükten sonra dirildi; bu pek aşikar, çünkü olanaksız.”
-- Cümle genellikle – Hıristiyanlığın, İncil'de olduğu gibi mantık ya da rasyonellikle engellenmeyen bir doktrini olan fideism ile ilişkilendirilir. Bazı varoluşçuların da farklı yorumlarında kullanılmıştır.
(5) Jüpiter, kış süresince, iki kere birer haftalık sıcak hava getirir, insanlar bu mevsim ve hava değişikliğine,güzel Halcycon’un dadısı demişlerdir. -Simonides.
(6) “Onun her bir adımı duyguydu.”
(7) “Dişlerinin her biri düşünceydi.”
(8) Fikirler
* Öykünün Poe tarafından verilmiş ilk adı “The Teeth” – “Dişler” olup, sonradan yine kendisi tarafından değiştirilmiştir.
Çeviren : Aslı Akarsakarya
Görseller: Benjamin Lacombe
.
Görseller: Benjamin Lacombe
.
Etiketler:
alıntı,
benjamin lacombe,
edgar allan poe,
öykü
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)