20 Ağustos, 2009

Trajedi Tiyatrosu

‘Life is the theatre of tragedy’ [1]
Gerçekten de hayat bir trajedi tiyatrosu. Çoğu insan bunu bir komedi zannediyor. Ne kadar yanlış! Sonra da bunu koyun sürüsüne ezberletir gibi çocuklara öğretiyorlar.
İnsanların sürekli birbirlerini –ruhen ve bedenen- öldürdükleri bir dünyada “Don’t worry, be happy” ve “smile!” yazılı tişörtlerini giyip, geçen hafta izledikleri sitcomun rezil espirilerini anlatıp gülüyorlar. Söyleyecek şey bulamıyorum!

Hadi bunları bir kenara bırakalım şimdilik. Peki ya “Hayat iyiliklerle doludur.” , “ Hayata pozitif bakalım.” , “Sabah kalkınca aynaya bakıp ‘Ne güzel bir gün, ne güzel bir sabah, ne güzel bir yaşam....’ diyelim” ..... zırvalıkları nedir? Üzgünüm, şu “pembe-gözlüklü-yapmacık”ların acıdığı Afrika’daki aç çocuğun “Ne güzel bir hayat!” diyeceği bir aynası olsaydı açlıktan ölüyor olmazdı zaten.
Diyecek bir şeyim yok!

Sonra da birkaç “psikolog” televizyona çıkıp koyun sürüsüne şunları ezberletiyor:
“Hayat herkes için eşit ve güzeldir.”
“Hayatınıza pozitif bakarsanız her şey yoluna girer.”
Buna sadece ‘kör köstebekler’[2], gökyüzünü hiç görmemiş solucanlar inanır. Ve nedense gereğinden çok daha fazla insan aynen böyle. Karamsar olun demiyorum, şu iğrenç pembe gözlüklerinizi çıkarın yeter.
Söylemek istediğim tek şey bu!

Televizyonlar, şu sürekli gülümseyen insanlar, robotumsu, kör bilinçsiz olanlar, hayatlarının tozpembe olduğunu sananlar... hepsi, hepsi bir komedi oynuyorlar! Ve ne yazık ki çoğunuz bu komedinin, bu kokuşmuş, pisliğe batmış komedinin gerçek olduğuna inanıyorsunuz! OYSA İNSANLIĞIN TRAJEDİSİDİR BU.

Durmayın, devam edin gerçek sandığınız yapmacık sırıtmalarınıza, mutluluklarınıza.
Hadi ezberletilen sloganlarınızı tekrar edin koyunlar:
“Don’t worry, be happy!”
“Hayat eşit ve güzeldir!”
Daha yüksek! Duymak istiyorum ruhlarınızı öldüren bu rezil sloganları. Çürümüş sloganlarınızı tekrar söyle koyun sürüsü! Ben karşınızda olacağım ve içinizden biri duyar da anlar diye haykırıp duracağım: “Hayat trajedinin tiyatrosudur.” Beni ezip geçecek olsanız bile yine de insanlığın trajedisini haykıracağım...
[1] Dying, I Only Fell Apathy (Theatre of Tragedy)’den
[2] Dostoyevski; Karamazov Kardeşler’den

18 Ağustos, 2009

Denizin Sessizliği


Pek çok insan denizin bir sesi olduğuna inanır. İnsanı alıp başka dünyalara götüren büyülü dalga seslerinden bahsederler, denizin dinlendirici uğultusundan… Ama bizi derinden etkileyen duyduklarımız değil, duymadıklarımızdır. Kıyıya çarpan dalgaların sesi değil, zihnimizin görünmez duvarlarına çarpan düşüncelerin sesidir denizin sesi. Denizin sesi, zihnimizdeki sessiz bir çığlıktır.

Hiç akşam üstü, deniz kıyısındaki bir tepeye oturup kararan havaya, batan güneşe aldırmadan denizi izlediniz mi? Daha sonra karanlık yas giysileri içinde zarifçe dalgalanan denizin üzerinden dünyaya göz kırpan yıldızları… Gecenin sessizliği içinde, sadece kıyıya değil, beyninizin derinliklerine de vuran dalgaları gözünüz dalarak izlediniz mi hiç? Denizin sesini duydunuz mu?

Yanıtınız evetse tekrar düşünün. Dalgaları gerçekten dinlediniz mi? Hayır; dalgaların kıyıyı temizlemesi gibi bu mükemmel manzara ruhunuzu temizlerken, dalga sesini duyamayacak kadar düşünceleriniz ve anılarınızla boğulmuş, benliğinizdeki boşlukla adeta uyuşmuş bir şekilde, öylece oturmaktı yaptığınız. Kendi kendinizi suçladığınız yarım kalmış anıların içinde uyuşmuş, oturup kalmıştınız…

Denizin sesi diye dinlediğiniz sesin, pişmanlıklarınızın ve keşkelerinizin sessiz bir çığlığı olduğunu anlayamayacak kadar dalgın, bütün yılların yorgunluğunu belki de ilk defa hissederek ve dünya sizde haykırma isteği uyandırmayacak kadar amaçsız geldiğinden sessiz bir çığlık atarak, göz yaşlarınızın farkında olmadan , bir oyuncak bebek gibi öylece yığılmış, denizi izliyordunuz. Zihninize vuran dalgalara ağlıyordunuz. Ağlayarak denizin sessizliğini dinliyordunuz…

17 Ağustos, 2009

Hiçlikteki oyuncak bebek





Küçük kız duvara yaslandı. Elinde yırtık elbiseli,kırık, eskimiş oyuncak bebeği. Yüzünde intihar etmeye giden güçsüz bir ruhun asil ifadesi. Karanlık sokakta tek başına küçük kız. Elleri duvarı okşaya okşaya yıpranmış, çıplak ayaklarında yaralar. Küçük kız bilir burasının aslında bir sokak olmadığını. Duvarın etrafında sadece hiçlik vardır, karanlık bir hiçlik. Ağlamaz küçük kız, ağlamaya takati kalmış mıdır ki?

Bebeğine baktı: Düşmüş gözüne, boyası akmış, kenarından çenesine kırmızı bir çizgi oluşturmuş dudağına. Kız birden gülmeye başladı. Kahkahalar hıçkırıklara dönüştü, duvarı yumrukladı küçük kız. Öteki elindeki bebek gevşekçe sarkmış; hıçkırıklar, yumruklarla sallanıyor. Birden umursamazca yere çöküyor kız. Yıkık dünyasını mı düşünüyor? O duvardan başka bir dünyası olmuş mudur küçük kızın? Bilmiyorum. O da bilmiyor aslında. Zaman yok onun için. Ne saçma şeydir zamanı ölçmeye çalışmak!

Kız öylece duruyordu. Uyuşmuş... Öylece kalakalmış. Biraz ötesinde bebeği. Fırlatmış onu.

Duvar orada bitiyor mu? Hiç sonuna kadar gidebilmiş mi küçük kız? Sorular, sorular! Ne önemi var ki küçük kız için? Acısını hafifletir mi sorularımız? Burada onun hakkında konuşmamız, küçük kızın şişmiş gözlerine pırıltılar saçar mı? Duvar yıkılır mı sorularımızla?

Küçük kız hep orada kalacak. Oyuncak bebeğiyle duvarın önünde.

Duvarın ötesini göremeyenlere...

16 Ağustos, 2009

"...çünkü siz kandırılmak istiyorsunuz..."


"Her sihirbazlık numarası 3 bölüm ya da perdeden oluşur.Birinci bölüme vaad denir. Sihirbaz, size sıradan birşey gösterir. İskambil kağıdı,bir kuş veya bir insan. Bu nesneyi size gösterir. Son derece gerçek, üzerinde oynanmamış, normal birşey olduğunu görmeniz için nesneyi incelemenizi ister. Fakat gerçekte böyle olmayacaktır.

İkinci perdeye dönüştürme denir. Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu olağan üstü bir şeye dönüştürür. Henüz alkışlamazsınız. Çünkü bir şeyi yoketmek yeterli değildir. Onu geri getirmeniz gerekir.

İşte bu yüzden her sihirbazlık numarasında üçüncü bir perde bulunur. Yani en zor bölüm. Bizlerin deyimiyle prestij bölümü. Şu anda sırrı arıyorsunuz ama onu bulamazsınız. Çünkü siz sır değil, kandırılmak istiyorsunuz."
The Prestige'den...

15 Ağustos, 2009

Dixi...[1]

Çırpınıyorum, çırpınıyorum... Boğulmamak için belki. Belki de boğulanları kurtarmak için. Veya boğmak için hepsini. Bilmiyorum... Hiçbir şey bilmiyorum!.. Anlamıyorum gördüklerimi. Hiçbir şey duymadan, körleşmiş gözlerle görülenler... Bir kabusun içinde yaşamak gibi. Hayır, kabusun ta kendisi olmak gibi...

Bir yanda sizi emmek isteyen ruh hastası sülükler, öte yanda savaşmanız gereken yüzlerce kılıç. Önünüzde karanlık, arkanızda güvensizlik. Ve uzak bir geçmişte, bir rüyanın unutulmaya yüz tutmuş parçaları kadar silik mutlu günlerde, umut...

Evet, yalancıyım ben, gelmiş geçmiş en büyük, en aşağılık yalancı. Ruhuma yalanlar fısıldıyorum. Kendi kendimi zehirlemek için belki de... Bırak zehir olsun, panzehri bulmak için yaşayayım biraz. Kurtuluşu bulmak için acı çekmek...

Evet, acı... Ah, kanın o ekşimsi kokusu... Çığlıklar... En sevdiğim sessiz çığlıklardır; en çok acıyı onlar verir çünkü. Hayır, hayır; zırvalıyorum! Kaybettim kendimi, kalmadı gücüm, ne takatim var ne hırsım...

Bu kadar aşağılanmak! Hem de hiçbir şey bilmeyen aptal küçük solucanlar... Hayır; tanrı affetsin onları... O köpekler affedilmeyi hak etmezler!

Affedilmeyi hak etmeyenler için acı çekmek... Ne kadar da aptalım ben! Bir de yüzüme bakıp gülüyorlar! Ben gülmeliyim onlara, ben... Tanrım ne egoistlik! Bunu onlar söylüyor, ben değil.

Bir de şu fısıltı... O lanet fısıltı hayatta tutuyor beni. Ne mi fısıldıyor? Ah bir bilsem... Bir anlasam ne dediğini.

Kahkahalar, kahkahalar... Sanırım deliriyorum. Zoruma mı gidiyor? Bilmem.

Uğuldayıp duruyor kafam. Başım ağrıyor. Yorgunum. Acılara aşık olmaktan, insanlarla savaşmaktan yorgunum. Hepsi bu kadar...


[1] Dixi: Latince “hepsi bu kadar”