Benim Edgar Allan Poe'ya olan hayranlığımın kaynağı, başlangıcı, bu müthiş adamın hikayelerine duyguğum aşkın ilk göz ağrısıdır Berenice.
Okuğum ikinci Poe hikayesaiydi kendisi, -ilki "Şişede Bulunan El Yazması" idi- ve daha sonraki bulduğum her hikayesini okumak için sabırsızlanmam da Berenice'i okumamdan sonradır...
Lafı uzatmadan sizi bu güzellikle başbaşa bırakacağım; ama elbette eklemek istediğim birkaç şey var.
Ben elbette farklı bir çeviriyi okudum ve aslında kendi okuduğum daha başarılı geldi bana. Şu an okuyacağınızın dilbilgisi ve noktalama işareti kontrolünü de yapamadım, mazur görün.
Ben daha fazlasını isterim derseniz...
Ve karşınızda...
Istırap çeşit çeşittir. Yeryüzünün lanetleri biçim biçim. Gökkuşağı gibi engin ufka uzanmak, renkleri o kemerinki kadar çeşitli -uzaktır da, onun kadar iç içe değil. Engin ufka gökkuşağı misali uzanmak! Bu güzellikten nasıl oldu da böylesi bir sevimsizlik çıkarabildim? Barış akdinden kederin bir benzerini? Etik der ki, kötü iyinin bir sonucudur, bu yüzden de neşeden üzüntü doğar. Hem geçmişteki mutluluk şimdinin kederidir, hem de ıstıraplar olmuş olabilecek coşkulara dayanır.
Çocukluk yıllarımdaki anılarım hep kütüphane ve içindeki kitaplarla ilgili -ki onlardan daha fazla bahsetmeyeceğim. Burada annem öldü. Burada ben doğdum. Ama daha önce yaşamadığımı söylemek gereksiz olur -çünkü ruh ezelidir. İnkar mı ediyorsunuz? -bunu tartışmayalım. Ben çoktan ikna olduğumdan, ikna etmeyi umursamıyorum. Yine de, -ruhani ve anlamlı gözlerin -seslerin, ahenkli ve hüzünlü -ki göz ardı edilemez semavi biçimlerini hatırlıyorum; bulanık, değişken, muğlak, titrek; aklımın ışığı varoldukça kurtulamayacağım cinsten gölge gibi bir anı.
Kuzenimin fiziksel ve ahlaki oluşunda korkunç etkiler yapan o ölümcül ve temel hastalığın getirdiği hastalıklar arasındaki en inatçı ve tehlikeli huylu olanı belki de kendisini sık sık bir transla -mutlak çözülmeye çok benzeyen ve bitimi çoğu zaman ürkütücü anilikte olan bir trans- noktalayan o epilepsi türüydü. Bu arada benim hastalığım –ki onu başka bir şekilde anmamam söylenmişti -benim hastalığım her an şiddetlenerek hızla ilerledi ve -üzerimde en anlaşılmadık hükümranlığını kurarak -bir roman kahramanının monomanik(2) kişiliğine ve alışılmadık bir yapıya dönüştürdü. Bu monomani, ille de ona isim vermem gerekiyorsa, aklın metafizik bilimde dikkatle izleyen diye adlandırılan özelliklerinin hastalıklı bir şekilde rahatsızlanmasından meydana geliyordu. Büyük ihtimalle anlaşılmıyorum; ama korkarım benim durumumda düşünce güçlerinin (teknik konuşmuyorum) kendilerini meşgul ettiği ve gömdükleri, yeryüzünün en basit nesnesine bile duyduğum ilginin beyinsel yoğunluğunu sıradan okurun anlayacağı bir biçime yeterince taşıyabilmem çok da mümkün değil.
Dikkatim sayfa kenarındaki ya da bir kitabın kapağındaki saçma bir desene odaklanmışken bitmek bilmeyen saatler boyunca düşünmek; güzel bir yaz gününde duvardaki kilimin yada kapının üzerine eğri düşmüş yabanıl bir gölgenin içine hapis olmak; kıpırtısız bir lambanın alevini yada bir ateşin korunu izlerken bütün bir gece kendimi kaybetmek; günlerimi bir çiçeğin kokusu üzerine hayaller kurarak geçirmek; bilindik bir kelimeyi, ta ki ses hiçbir şey ifade etmeyene kadar aynı vurguyla tekrar etmek; uzun ve kalıcı şekilde korunan mutlak hareketsizliğim sayesinde, hareket yada fiziksel varlıkla ilgili tüm duyularımı kaybetmek; -bunlar, zihinsel duyularımın sebep olduğu temel ve en zararsız davranışlardan bazıları, benzersiz olmasalar da açıkça anlatabilme yada analiz benzeri herhangi bir şeye meydan okuyorlardı.
Yine de yanlış anlaşılmayayım. Nesnelerin saçma özelliklerinden doğan bu ciddi, aşırı ve hastalıklı dikkat, insanlarda, özellikle keskin halay gücüne sahip olanlarda, genellikle görünen o derin düşüncelere dalma eğilimi ile karıştırılmamalıdır. İlk bakışta öyle sanılsa bile, bu gibi bir durumun çok uç noktası yada abartılmış bir biçimi değildi, esasen bundan farklı ve ayrıydı. Birinde önemsiz olmayan bir nesneyle ilgilenen hayalperest, çıkardığı sonuçların ve fikirlerin etkisiyle ayırtına varmaksızın nesnenin algısını da yitirmeye başlar, ta ki zevk dolu bir gündüz düşünün sonunda, tahrik nesnesinin yada ilk sebebinin tamamen unutulup ortadan kaybolduğunu fark edene kadar. Benim durumunda ise, her ne kadar bana izafi ve gerçek dışı değeri varmış gibi görünse de, ilk nesne her zaman önemsizdi. Eğer yapabildiysem, çıkarabildiğim az bir sonuç da en nihayetinde zuhur buldukları objeye geri dönüyordu. Bu dalıp gitmelerin hiçbirisi keyif vermiyordu; ve düşten uyandığımda, ilk sebep silinip gitmek şöyle dursun, hastalığın en önemli özelliği olarak olağanüstü abartılı bir şekilde dikkat çekiyordu. Tek kelimeyle zihnin beni etkisi altına alan güçleri, dedim ya, dikkatli, hayalperestlerinki ise, spekülatif idi.
Bu dönemdeki kitaplarım, eğer hastalığımı daha da kötüleştirmişlerse, görülecektir ki, düşsel ve akıl dışı yapıları ile, onun belirtileri arasına girmişlerdir. Aralarında, soylu İtalyan Coelius Secundus Curio’nun incelemesi “de Amplitudine Beati Regni Dei(3)”yi; St. Austin’in harika “Tanrının şehri”ni; Tertullian’ın, haftalarca zahmetli ve verimsiz çalışmamı gerektirmiş “Mortuus est Dei filius; credible est quia ineptum est: et sepultus resurrexit; certum est quia impossibile est(4)” paradoksunu barındıran “de Carne Christi”sini hatırlarım.
Öyle görünüyor ki, sadece önemi olmayan şeylerle dengesini kaybeden aklım, Ptolemy Hephestion’un bahsettiği, insan vahşetinin saldırılarına, denizin ve rüzgarın engin öfkesine istikrarlı bir şekilde karşı koyan ve sadece Asphodel adında bir çiçeğin dokunuşu ile ürperen okyanus kayalıklarına benziyordu. Dikkatsiz olan herhangi bir okuyucu sanabilir ki, ümitsiz hastalığının, Berenice’in karakterinde meydana getirdiği değişiklik, benim şu anlatmakta zorlandığım anormal düşüncelere dalma hastalığım için sürüyle nesne sağlayacaktır, ki durum kesinlikle bu değildi. Hastalığımın şuurlu olduğum zamanlarında onun felaketi bana aslında acı verdi, nazik ve ferah hayatının büyük afetini içimde hissettiğimden, böylesi alışılmadık bir değişimin bu kadar kısa sürede yarattığı olağanüstü şeyler üzerinde sık ve derin düşüncelere girişmedim. Bu düşünceler, hastalığımın mizacı sebebiyle ortaya çıkmıyordu, o şartlarda, insanların büyük çoğunluğunda belirebilecek cinstendi. Hastalığım kendi karakterine sadık kalarak, Berenice’in dış görünüşünde olan önemsizce ama daha ürpertici değişikliklerden zevk alıyordu –kişisel kimliğinin tuhaf ve en tüyler ürperten şekilde bozulmasından.
Şüphe yok ki benzersiz güzelliğinin en parlak günlerinde onu sevmedim. Varoluşumun tuhaf sapması içinde, ona karşı hislerim içten olmadı, tutkularım ise hep mantığıma aitti. Sabahın alacakaranlığında -öğlen güneşinin altında ormandaki gölgelerin hapsinde -ve geceleyin kütüphanemin sessizliğinde, gözümün önünden hızla geçerken onu görürdüm -yaşayan ve nefes alan Berenice gibi değil, daha çok bir düşün Berenice’i gibi -bu dünyaya ait, dünyevi bir varlık olarak değil de, böyle bir varlığın soyut hali olarak -hayranlık duyulacak değil, incelenecek bir şey gibi, aşık olunacak bir nesne değil, gelişigüzel bir söylentinin kavranılması en zor fikri gibi.
Ve şimdi, şimdi varlığından irkiliyorken, o yaklaştıkça solgunlaşırken; düşkün ve perişan hali için hala ağlamaklıyken, beni uzun zaman sevmiş olduğunu hatırladım ve kahrolası bir anda ona evlilikten bahsettim.
En nihayetinde düğünümüz yaklaşırken, kışın bir öğleden sonra, -güzel Halycon’un dadısı(5) olan o mevsimsiz ılık ve sisli günlerden birinde -kütüphanemin iç odasında yalnız olduğumu sanarak oturuyordum. Gözlerimi kaldırdığımda ama, Berenice’in karşımda durduğunu gördüm.
Bu benim hayalim -yada sisli havanın etkisi yüzünden -odanın belli belirsiz alaca karanlığı - yada onun görüntüsü üzerine düşen loş perde yüzünden miydi ki sureti bu kadar kararsız ve bulanıktı? Bunu bilmiyorum. Tek kelime etmedi, bense dünyayı verseler konuşamazdım. Üstümden buz gibi bir ürperti geçti; katlanılmaz bir kaygı çöktü; yakıcı bir merak ruhuma işledi; ve sandalyede arkama yaslanmış dururken, gözlerim ona dikili, bir zaman nefessiz ve hareketsiz kaldım. Yazık! İnanılmaz derecede zayıflamıştı ve vücudunun hiçbir çizgisinde, eski varlığına ait en ufak bir işaret yoktu. Bakışlarım sonunda yüzüne vardı.
Garip bir uysallığı olan, çok solgun ve geniş alnını eskiden simsiyah olan saçı örtmüştü; şimdi ise parlak sarıydı ve çukur şakaklarını gölgeleyen tuhaf yapılı sayısız lüleler yüzünde hüküm süren kasvetle uyumsuzluk yaratıyordu. Gözleri cansız ve mat, gözbebeği ise yok gibiydi ve ben onların donuk bakışlarından istemeyerek gözümü kaçırıp ince ve kurumuş dudaklarını seyretmeye başladım. Aralandılar ve değişmiş Berenice’in dişleri, özel bir anlamı olan bir gülüşle yavaşça kendini gösterdi. Allah için, onları keşke hiç görmemiş olsaydım, yada görür görmez ölseydim!
***
Kapının çarpması beni kendime getirdi ve bakındığımda, kuzenimin odadan çıkmış olduğunu gördüm. Ama yazık ki beynimin karman çorman odasından çıkmamıştı, beyaz, beti benzi atmış dişin hayaletini defedemiyordum. Sadece gülüşü, üstlerindeki en ufak noktayı -minelerindeki tek bir gölgeyi -kenarlarında en ufak tırtığı belleğime dağlamaya yetmişti. Şimdi onları o zamankinden çok daha kesin bir biçimde görebiliyordum. İlk büyümeye başladıkları andan beri ağrıdan kıvranan dudaklarla beraber, önümde, burada, orada, ve her yerde açık ve aşikar duran, uzun, dar, ve inanılmaz beyaz – dişler! Dişler! Sonra, monomanimin büyük gazabı geldi, onun garip ve karşı konulmaz etkisiyle boşuna mücadele ettim. Dış dünya nesnelerinin bolluğuna rağmen, dişlerden başka düşüncem yoktu. Onları delice arzuluyordum. Tek bir düşleri bile tüm diğer nesneleri ve olayları kaplıyordu. Zihnimde onlar -sadece onlar vardı, ve yegâne kimlikleri ile düşüncelerimin özü oldular. Onları her ışığa tuttum. Her şekilde baktım. Huylarını inceledim. Tuhaflıkları üzerinde durdum. Uyumlarını düşündüm. Doğalarındaki değişime tefekkür ettim. Hayalimde onlara duyarlı ve sezgili bir güç ve hatta dudakların yardımı olmadan ifade yetisi verirken titriyordum. Mad’selle Salle hakkında ne hoş söylemişler, "que tous ses pas étaient des sentiments"(6), ve Berenice hakkında buna daha çok inandım - que toutes ses dents etaient des idées (7). Des idées!(8) -işte beni mahveden ahmak düşünce! Des idées! –bu yüzden onlara bu denli imrendim! Yalnızca onlara sahip olmak bana huzuru ve aklımı geri verir sanıyordum.
Böylece akşam oldu -karanlık çöktü, oyalandı ve gitti -ve gün yine doğdu -şimdi ise ikinci gecenin buğusu çevreyi dolduruyordu –kimsesiz odada hala kıpırtısız oturuyordum; hala düşüncelerime gömülüydüm ve hala dişlerin hayali en canlı ve iğrenç haliyle odanın değişen gölgeleri ve ışığı arasında gezinerek hüküm sürüyordu. Sonunda düşümde korku ve dehşet dolu bir çığlık koptu; ve bunun üstüne, sessizliği izleyen ıstırap dolu sesler, keder yada acının kısık iniltilerine karıştı.Yerimden kalkıp kütüphanenin kapılarından birini açtığımda, gözyaşları içinde antrede duran bir hizmetçi kadın, Berenice’in artık yaşamadığını söyledi. Sabahın erken bir vakti sara krizine yakalanmış, şimdi gecenin sonuna doğru ise, bütün defin hazırlıkları tamamlanmış ve mezar, sahibi için hazırlanmıştı.
Önümdeki masada bir lamba yanıyordu ve yanında da bir kutu vardı. Öyle dikkat çeken bir özelliği yoktu, aile hekimine ait olduğundan daha önce de sık sık görmüştüm; ama masama nasıl gelmişti ve ona bakarken neden titriyordum? Tüm bunların izahı yoktu ve sonunda gözlerim önümde açık duran kitabın altı çizili bir cümlesine düştü. Şair İbni Zeyyat’ın basit ama fevkalade kelimeleriydi, "Dicebant mihi sodales si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas.(1)". Onları okurken neden tüylerim diken diken oldu da kanım damarlarımda buz kesti?
Kütüphanenin kapısı hafifçe vuruldu, ve ceset kadar solgun hizmetkar ayakucunda yürüyerek içeri girdi. Bakışları korku içindeydi ve titrek, boğuk bir sesle konuştu. Ne dedi? -bölük pörçük birkaç cümle duydum. Gecenin sessizliğini yırtan yabanıl bir çığlıktan -ev ahalisinin toplanmasından -sesin nereden geldiğini aramalarından bahsetti; sonra sesi, açılmış bir mezardan -kefende, biçimi bozulmuş bir cesetten bahsederken nefes kesici bir şekilde farklılaştı, hala nefes alan, kalbi atan, hala yaşayan bir bedenden!
Giysilerimi işaret etti;- kana ve çamura bulanmışlardı. Konuşmadım, nazikçe elimi tuttu; -elim tırnak izleriyle doluydu. Duvardaki bir şeyi gösterdi; -birkaç dakika baktım; -bir kürekti. Bağırarak masaya atıldım, üzerindeki kutuyu kavradım. Açamıyordum; sarsıntılarım arasında elimden kaydı, külçe gibi yere düşüp parçalandı; içinden, bir takım diş aletleri ve birbirine karışmış otuz iki küçük, beyaz ve kemik rengi şey, tıkırdayarak odanın dört bir yanına saçıldı.
(1) Arkadaşlarım bana sevdiğimin kabrini ziyaret edersem acımın biraz olsun dineceğini söyledi.
(2) Monomani - tek şeye kafa takma şeklinde beliren akli dengesizlik
(3) Tanrının talihli krallığının büyüklüğü üstüne
(4) “Tanrının oğlu öldü; buna tamamen inanılır çünkü pek uygunsuz: ve gömüldükten sonra dirildi; bu pek aşikar, çünkü olanaksız.”
-- Cümle genellikle – Hıristiyanlığın, İncil'de olduğu gibi mantık ya da rasyonellikle engellenmeyen bir doktrini olan fideism ile ilişkilendirilir. Bazı varoluşçuların da farklı yorumlarında kullanılmıştır.
(5) Jüpiter, kış süresince, iki kere birer haftalık sıcak hava getirir, insanlar bu mevsim ve hava değişikliğine,güzel Halcycon’un dadısı demişlerdir. -Simonides.
(6) “Onun her bir adımı duyguydu.”
(7) “Dişlerinin her biri düşünceydi.”
(8) Fikirler
* Öykünün Poe tarafından verilmiş ilk adı “The Teeth” – “Dişler” olup, sonradan yine kendisi tarafından değiştirilmiştir.
Görseller: Benjamin Lacombe
.