27 Eylül, 2010

"Berenice" ; Edgar Allan POE

Berenice...
Benim Edgar Allan Poe'ya olan hayranlığımın kaynağı, başlangıcı, bu müthiş adamın hikayelerine duyguğum aşkın ilk göz ağrısıdır Berenice.

Okuğum ikinci Poe hikayesaiydi kendisi, -ilki "Şişede Bulunan El Yazması" idi- ve daha sonraki bulduğum her hikayesini okumak için sabırsızlanmam da Berenice'i okumamdan sonradır...

Lafı uzatmadan sizi bu güzellikle başbaşa bırakacağım; ama elbette eklemek istediğim birkaç şey var.
Ben elbette farklı bir çeviriyi okudum ve aslında kendi okuduğum daha başarılı geldi bana. Şu an okuyacağınızın dilbilgisi ve noktalama işareti kontrolünü de yapamadım, mazur görün.

Ben daha fazlasını isterim derseniz...


Edgar Allan Poe Bütün Hikayeleri -1- ; İthaki Yayınları


Ve karşınızda...

BERENICE


Istırap çeşit çeşittir. Yeryüzünün lanetleri biçim biçim. Gökkuşağı gibi engin ufka uzanmak, renkleri o kemerinki kadar çeşitli -uzaktır da, onun kadar iç içe değil. Engin ufka gökkuşağı misali uzanmak! Bu güzellikten nasıl oldu da böylesi bir sevimsizlik çıkarabildim? Barış akdinden kederin bir benzerini? Etik der ki, kötü iyinin bir sonucudur, bu yüzden de neşeden üzüntü doğar. Hem geçmişteki mutluluk şimdinin kederidir, hem de ıstıraplar olmuş olabilecek coşkulara dayanır.


Vaftiz adım Egaeus; aileminkinden ise söz etmeyeceğim. Yine de çevrede miras aldığım kasvetli, karanlık malikanelerimden daha saygın bir yapı yoktur. Soyumuza hayalperestler ırkı denmiştir; ki birçok dikkati çeken ayrıntıda -aile köşkünün karakterinde -baş salonun fresklerinde -yatak odalarının duvarlarındaki örtülerde -silah deposundaki bazı payandaların oymalarında -kütüphanenin tarzında -ve son olarak da, kütüphane içeriğinin o kendine özgü havasında, bu inancı pekiştirecek yeterinden fazla delil vardır.


Çocukluk yıllarımdaki anılarım hep kütüphane ve içindeki kitaplarla ilgili -ki onlardan daha fazla bahsetmeyeceğim. Burada annem öldü. Burada ben doğdum. Ama daha önce yaşamadığımı söylemek gereksiz olur -çünkü ruh ezelidir. İnkar mı ediyorsunuz? -bunu tartışmayalım. Ben çoktan ikna olduğumdan, ikna etmeyi umursamıyorum. Yine de, -ruhani ve anlamlı gözlerin -seslerin, ahenkli ve hüzünlü -ki göz ardı edilemez semavi biçimlerini hatırlıyorum; bulanık, değişken, muğlak, titrek; aklımın ışığı varoldukça kurtulamayacağım cinsten gölge gibi bir anı.

O odada ben doğdum.

Yokluk gibi görünse de öyle olmayan uzun bir geceden -bir keresinde periler ülkesinin tam göbeğine -düş sarayına -bilgelik ve erdemin vahşi egemenliğinde -uyandığımda şaşkın ve ateşli gözlerle çevreye bakınmam tuhaf değildi; ama çocukluğumu kitapların arasında aylak aylak harcayıp gençliğimi üzüntü içinde çarçur ettikten sonra, seneler geçip de erkekliğin gün dönümü beni hala babamın malikanesinde buluverdiğinde -hayatımın baharına çöken durgunluk -en temel düşüncemin bile tamamen tersine dönmesi ise -tuhaftır. Yeryüzünün gerçekleri beni sadece ama sadece görüntüler olarak etkilerken, düşler ülkesinin ipe sapa gelmez fikirleri sırasıyla belirdiklerinde -gündelik varlığımın malzemesine değil ama o varlığın tastamam kendisine dönüşüyordu.

Berenice ve ben kuzendik ve birlikte ailemin malikanesinde büyümüştük. Farklı yetiştirildiğimizden -ben hastalıktan ölmek üzere ve kedere boğulmuş -o çevik, zarif ve enerji dolu; onunki tepelerdeki gezintiler -benimki revaklı avluda çalışmalar -ben en yoğun ve acılı düşüncelere bağımlı bedenim ve ruhumla kendi kendime yaşardım -o, yoluna çıkacak herhangi bir gölgeyi ya da kapkara saatlerin sessiz ilerleyişlerini aklına getirmeksizin hayata karışırdı. Berenice! -Adını çağırıyorum -Berenice! -ve belleğimin karanlık yıkıntılarından binlerce fırtınalı anı sesime uyanıyor! Ah! Önümdeki görüntüsü ne kadar da canlı, gamsızlığının ve neşesinin ilk zamanlarındaki gibi! Görkemli, akıl almaz güzellik! Oh! Arnheim çalılarının ortasındaki hava perisi! - Pınarlarındaki su perisi! -ve sonrası - sonrası ki sır ve dehşet ve anlatılmaması gereken bir hikaye. Hastalık -ölümcül bir hastalık - çehresinin üzerine samyeli gibi indi, gözümün önünde değişimin ruhu üzerine dolandı, aklına, alışkanlıklarına ve karakterine işleyerek, en sinsi ve korkunç olanı da, kimliğini altüst ederek! Çok yazık! Muhrip geldi ve gitti, Berenice’in yerinde duran kurbanıysa –artık onun kim olduğunu bilmiyordum -yada onu Berenice olarak bilmiyordum.


Kuzenimin fiziksel ve ahlaki oluşunda korkunç etkiler yapan o ölümcül ve temel hastalığın getirdiği hastalıklar arasındaki en inatçı ve tehlikeli huylu olanı belki de kendisini sık sık bir transla -mutlak çözülmeye çok benzeyen ve bitimi çoğu zaman ürkütücü anilikte olan bir trans- noktalayan o epilepsi türüydü. Bu arada benim hastalığım –ki onu başka bir şekilde anmamam söylenmişti -benim hastalığım her an şiddetlenerek hızla ilerledi ve -üzerimde en anlaşılmadık hükümranlığını kurarak -bir roman kahramanının monomanik(2) kişiliğine ve alışılmadık bir yapıya dönüştürdü. Bu monomani, ille de ona isim vermem gerekiyorsa, aklın metafizik bilimde dikkatle izleyen diye adlandırılan özelliklerinin hastalıklı bir şekilde rahatsızlanmasından meydana geliyordu. Büyük ihtimalle anlaşılmıyorum; ama korkarım benim durumumda düşünce güçlerinin (teknik konuşmuyorum) kendilerini meşgul ettiği ve gömdükleri, yeryüzünün en basit nesnesine bile duyduğum ilginin beyinsel yoğunluğunu sıradan okurun anlayacağı bir biçime yeterince taşıyabilmem çok da mümkün değil.


Dikkatim sayfa kenarındaki ya da bir kitabın kapağındaki saçma bir desene odaklanmışken bitmek bilmeyen saatler boyunca düşünmek; güzel bir yaz gününde duvardaki kilimin yada kapının üzerine eğri düşmüş yabanıl bir gölgenin içine hapis olmak; kıpırtısız bir lambanın alevini yada bir ateşin korunu izlerken bütün bir gece kendimi kaybetmek; günlerimi bir çiçeğin kokusu üzerine hayaller kurarak geçirmek; bilindik bir kelimeyi, ta ki ses hiçbir şey ifade etmeyene kadar aynı vurguyla tekrar etmek; uzun ve kalıcı şekilde korunan mutlak hareketsizliğim sayesinde, hareket yada fiziksel varlıkla ilgili tüm duyularımı kaybetmek; -bunlar, zihinsel duyularımın sebep olduğu temel ve en zararsız davranışlardan bazıları, benzersiz olmasalar da açıkça anlatabilme yada analiz benzeri herhangi bir şeye meydan okuyorlardı.

Yine de yanlış anlaşılmayayım. Nesnelerin saçma özelliklerinden doğan bu ciddi, aşırı ve hastalıklı dikkat, insanlarda, özellikle keskin halay gücüne sahip olanlarda, genellikle görünen o derin düşüncelere dalma eğilimi ile karıştırılmamalıdır. İlk bakışta öyle sanılsa bile, bu gibi bir durumun çok uç noktası yada abartılmış bir biçimi değildi, esasen bundan farklı ve ayrıydı. Birinde önemsiz olmayan bir nesneyle ilgilenen hayalperest, çıkardığı sonuçların ve fikirlerin etkisiyle ayırtına varmaksızın nesnenin algısını da yitirmeye başlar, ta ki zevk dolu bir gündüz düşünün sonunda, tahrik nesnesinin yada ilk sebebinin tamamen unutulup ortadan kaybolduğunu fark edene kadar. Benim durumunda ise, her ne kadar bana izafi ve gerçek dışı değeri varmış gibi görünse de, ilk nesne her zaman önemsizdi. Eğer yapabildiysem, çıkarabildiğim az bir sonuç da en nihayetinde zuhur buldukları objeye geri dönüyordu. Bu dalıp gitmelerin hiçbirisi keyif vermiyordu; ve düşten uyandığımda, ilk sebep silinip gitmek şöyle dursun, hastalığın en önemli özelliği olarak olağanüstü abartılı bir şekilde dikkat çekiyordu. Tek kelimeyle zihnin beni etkisi altına alan güçleri, dedim ya, dikkatli, hayalperestlerinki ise, spekülatif idi.


Bu dönemdeki kitaplarım, eğer hastalığımı daha da kötüleştirmişlerse, görülecektir ki, düşsel ve akıl dışı yapıları ile, onun belirtileri arasına girmişlerdir. Aralarında, soylu İtalyan Coelius Secundus Curio’nun incelemesi “de Amplitudine Beati Regni Dei(3)”yi; St. Austin’in harika “Tanrının şehri”ni; Tertullian’ın, haftalarca zahmetli ve verimsiz çalışmamı gerektirmiş “Mortuus est Dei filius; credible est quia ineptum est: et sepultus resurrexit; certum est quia impossibile est(4)” paradoksunu barındıran “de Carne Christi”sini hatırlarım.

Öyle görünüyor ki, sadece önemi olmayan şeylerle dengesini kaybeden aklım, Ptolemy Hephestion’un bahsettiği, insan vahşetinin saldırılarına, denizin ve rüzgarın engin öfkesine istikrarlı bir şekilde karşı koyan ve sadece Asphodel adında bir çiçeğin dokunuşu ile ürperen okyanus kayalıklarına benziyordu. Dikkatsiz olan herhangi bir okuyucu sanabilir ki, ümitsiz hastalığının, Berenice’in karakterinde meydana getirdiği değişiklik, benim şu anlatmakta zorlandığım anormal düşüncelere dalma hastalığım için sürüyle nesne sağlayacaktır, ki durum kesinlikle bu değildi. Hastalığımın şuurlu olduğum zamanlarında onun felaketi bana aslında acı verdi, nazik ve ferah hayatının büyük afetini içimde hissettiğimden, böylesi alışılmadık bir değişimin bu kadar kısa sürede yarattığı olağanüstü şeyler üzerinde sık ve derin düşüncelere girişmedim. Bu düşünceler, hastalığımın mizacı sebebiyle ortaya çıkmıyordu, o şartlarda, insanların büyük çoğunluğunda belirebilecek cinstendi. Hastalığım kendi karakterine sadık kalarak, Berenice’in dış görünüşünde olan önemsizce ama daha ürpertici değişikliklerden zevk alıyordu –kişisel kimliğinin tuhaf ve en tüyler ürperten şekilde bozulmasından.


Şüphe yok ki benzersiz güzelliğinin en parlak günlerinde onu sevmedim. Varoluşumun tuhaf sapması içinde, ona karşı hislerim içten olmadı, tutkularım ise hep mantığıma aitti. Sabahın alacakaranlığında -öğlen güneşinin altında ormandaki gölgelerin hapsinde -ve geceleyin kütüphanemin sessizliğinde, gözümün önünden hızla geçerken onu görürdüm -yaşayan ve nefes alan Berenice gibi değil, daha çok bir düşün Berenice’i gibi -bu dünyaya ait, dünyevi bir varlık olarak değil de, böyle bir varlığın soyut hali olarak -hayranlık duyulacak değil, incelenecek bir şey gibi, aşık olunacak bir nesne değil, gelişigüzel bir söylentinin kavranılması en zor fikri gibi.

Ve şimdi, şimdi varlığından irkiliyorken, o yaklaştıkça solgunlaşırken; düşkün ve perişan hali için hala ağlamaklıyken, beni uzun zaman sevmiş olduğunu hatırladım ve kahrolası bir anda ona evlilikten bahsettim.

En nihayetinde düğünümüz yaklaşırken, kışın bir öğleden sonra, -güzel Halycon’un dadısı(5) olan o mevsimsiz ılık ve sisli günlerden birinde -kütüphanemin iç odasında yalnız olduğumu sanarak oturuyordum. Gözlerimi kaldırdığımda ama, Berenice’in karşımda durduğunu gördüm.

Bu benim hayalim -yada sisli havanın etkisi yüzünden -odanın belli belirsiz alaca karanlığı - yada onun görüntüsü üzerine düşen loş perde yüzünden miydi ki sureti bu kadar kararsız ve bulanıktı? Bunu bilmiyorum. Tek kelime etmedi, bense dünyayı verseler konuşamazdım. Üstümden buz gibi bir ürperti geçti; katlanılmaz bir kaygı çöktü; yakıcı bir merak ruhuma işledi; ve sandalyede arkama yaslanmış dururken, gözlerim ona dikili, bir zaman nefessiz ve hareketsiz kaldım. Yazık! İnanılmaz derecede zayıflamıştı ve vücudunun hiçbir çizgisinde, eski varlığına ait en ufak bir işaret yoktu. Bakışlarım sonunda yüzüne vardı.

Garip bir uysallığı olan, çok solgun ve geniş alnını eskiden simsiyah olan saçı örtmüştü; şimdi ise parlak sarıydı ve çukur şakaklarını gölgeleyen tuhaf yapılı sayısız lüleler yüzünde hüküm süren kasvetle uyumsuzluk yaratıyordu. Gözleri cansız ve mat, gözbebeği ise yok gibiydi ve ben onların donuk bakışlarından istemeyerek gözümü kaçırıp ince ve kurumuş dudaklarını seyretmeye başladım. Aralandılar ve değişmiş Berenice’in dişleri, özel bir anlamı olan bir gülüşle yavaşça kendini gösterdi. Allah için, onları keşke hiç görmemiş olsaydım, yada görür görmez ölseydim!

***
Kapının çarpması beni kendime getirdi ve bakındığımda, kuzenimin odadan çıkmış olduğunu gördüm. Ama yazık ki beynimin karman çorman odasından çıkmamıştı, beyaz, beti benzi atmış dişin hayaletini defedemiyordum. Sadece gülüşü, üstlerindeki en ufak noktayı -minelerindeki tek bir gölgeyi -kenarlarında en ufak tırtığı belleğime dağlamaya yetmişti. Şimdi onları o zamankinden çok daha kesin bir biçimde görebiliyordum. İlk büyümeye başladıkları andan beri ağrıdan kıvranan dudaklarla beraber, önümde, burada, orada, ve her yerde açık ve aşikar duran, uzun, dar, ve inanılmaz beyaz – dişler! Dişler! Sonra, monomanimin büyük gazabı geldi, onun garip ve karşı konulmaz etkisiyle boşuna mücadele ettim. Dış dünya nesnelerinin bolluğuna rağmen, dişlerden başka düşüncem yoktu. Onları delice arzuluyordum. Tek bir düşleri bile tüm diğer nesneleri ve olayları kaplıyordu. Zihnimde onlar -sadece onlar vardı, ve yegâne kimlikleri ile düşüncelerimin özü oldular. Onları her ışığa tuttum. Her şekilde baktım. Huylarını inceledim. Tuhaflıkları üzerinde durdum. Uyumlarını düşündüm. Doğalarındaki değişime tefekkür ettim. Hayalimde onlara duyarlı ve sezgili bir güç ve hatta dudakların yardımı olmadan ifade yetisi verirken titriyordum. Mad’selle Salle hakkında ne hoş söylemişler, "que tous ses pas étaient des sentiments"(6), ve Berenice hakkında buna daha çok inandım - que toutes ses dents etaient des idées (7). Des idées!(8) -işte beni mahveden ahmak düşünce! Des idées! –bu yüzden onlara bu denli imrendim! Yalnızca onlara sahip olmak bana huzuru ve aklımı geri verir sanıyordum.

Böylece akşam oldu -karanlık çöktü, oyalandı ve gitti -ve gün yine doğdu -şimdi ise ikinci gecenin buğusu çevreyi dolduruyordu –kimsesiz odada hala kıpırtısız oturuyordum; hala düşüncelerime gömülüydüm ve hala dişlerin hayali en canlı ve iğrenç haliyle odanın değişen gölgeleri ve ışığı arasında gezinerek hüküm sürüyordu. Sonunda düşümde korku ve dehşet dolu bir çığlık koptu; ve bunun üstüne, sessizliği izleyen ıstırap dolu sesler, keder yada acının kısık iniltilerine karıştı.Yerimden kalkıp kütüphanenin kapılarından birini açtığımda, gözyaşları içinde antrede duran bir hizmetçi kadın, Berenice’in artık yaşamadığını söyledi. Sabahın erken bir vakti sara krizine yakalanmış, şimdi gecenin sonuna doğru ise, bütün defin hazırlıkları tamamlanmış ve mezar, sahibi için hazırlanmıştı.
***
Kendimi kütüphanede yine yalnız oturuyorken buldum. Karışık ve heyecanlı bir düşten yeni uyanmıştım sanki. Şimdi gece yarısı olduğunu biliyordum ve Berenice’in güneş battığından beri toprakta olduğunu. Ama aradaki kasvetli süre hakkında kesin –yada en azından belirli- bir fikrim yoktu. Yine de hatırası korkuyla doluydu –bulanıklığıyla daha da güçlenen korku, belirsizliğiyle daha da berbatlaşan dehşetle. Varlığıma belirsiz, iğrenç ve anlaşılmaz bir şekilde işlenmiş terör yüklü bir sayfaydı. Ara sıra ölmüş bir sesin ruhu gibi, tırmalayıcı ve insanın içine işleyen bir kadın çığlığı kulaklarımda yankılandığında, bunları çözmek için boşuna çabalıyordum. Bir şey yapmıştım -ama ne? Yüksek sele bu soruyu sordum, ve odanın yankısı geri fısıldadı, “Ama ne?”


Önümdeki masada bir lamba yanıyordu ve yanında da bir kutu vardı. Öyle dikkat çeken bir özelliği yoktu, aile hekimine ait olduğundan daha önce de sık sık görmüştüm; ama masama nasıl gelmişti ve ona bakarken neden titriyordum? Tüm bunların izahı yoktu ve sonunda gözlerim önümde açık duran kitabın altı çizili bir cümlesine düştü. Şair İbni Zeyyat’ın basit ama fevkalade kelimeleriydi, "Dicebant mihi sodales si sepulchrum amicae visitarem, curas meas aliquantulum fore levatas.(1)". Onları okurken neden tüylerim diken diken oldu da kanım damarlarımda buz kesti?

Kütüphanenin kapısı hafifçe vuruldu, ve ceset kadar solgun hizmetkar ayakucunda yürüyerek içeri girdi. Bakışları korku içindeydi ve titrek, boğuk bir sesle konuştu. Ne dedi? -bölük pörçük birkaç cümle duydum. Gecenin sessizliğini yırtan yabanıl bir çığlıktan -ev ahalisinin toplanmasından -sesin nereden geldiğini aramalarından bahsetti; sonra sesi, açılmış bir mezardan -kefende, biçimi bozulmuş bir cesetten bahsederken nefes kesici bir şekilde farklılaştı, hala nefes alan, kalbi atan, hala yaşayan bir bedenden!


Giysilerimi işaret etti;- kana ve çamura bulanmışlardı. Konuşmadım, nazikçe elimi tuttu; -elim tırnak izleriyle doluydu. Duvardaki bir şeyi gösterdi; -birkaç dakika baktım; -bir kürekti. Bağırarak masaya atıldım, üzerindeki kutuyu kavradım. Açamıyordum; sarsıntılarım arasında elimden kaydı, külçe gibi yere düşüp parçalandı; içinden, bir takım diş aletleri ve birbirine karışmış otuz iki küçük, beyaz ve kemik rengi şey, tıkırdayarak odanın dört bir yanına saçıldı.


(1) Arkadaşlarım bana sevdiğimin kabrini ziyaret edersem acımın biraz olsun dineceğini söyledi.
(2) Monomani - tek şeye kafa takma şeklinde beliren akli dengesizlik
(3) Tanrının talihli krallığının büyüklüğü üstüne
(4) “Tanrının oğlu öldü; buna tamamen inanılır çünkü pek uygunsuz: ve gömüldükten sonra dirildi; bu pek aşikar, çünkü olanaksız.”
-- Cümle genellikle – Hıristiyanlığın, İncil'de olduğu gibi mantık ya da rasyonellikle engellenmeyen bir doktrini olan fideism ile ilişkilendirilir. Bazı varoluşçuların da farklı yorumlarında kullanılmıştır.
(5) Jüpiter, kış süresince, iki kere birer haftalık sıcak hava getirir, insanlar bu mevsim ve hava değişikliğine,güzel Halcycon’un dadısı demişlerdir. -Simonides.
(6) “Onun her bir adımı duyguydu.”
(7) “Dişlerinin her biri düşünceydi.”
(8) Fikirler
* Öykünün Poe tarafından verilmiş ilk adı “The Teeth” – “Dişler” olup, sonradan yine kendisi tarafından değiştirilmiştir.

Çeviren : Aslı Akarsakarya

Görseller: Benjamin Lacombe

.

25 Eylül, 2010

Yalan ve Kediler

"Yeni mi geldin?"
"Hayır... Uzun zamandır buradaydım."

O, ona şaşkın ve donuk gözlerle baktı. O da ona gülümsedi. "Buradaydım. Ama görmedin." Ona dikti donuk gözlerini ve sonra yavaşça indirdi göz kapaklarını.

"İçeri gel."

Kolay değildir bir eve konuk olmak, içine girmek kızıl kuzgunun yuvasının... Dans etmek kar beyazı kargalarla ve söylemek neşeli ağıtı. Kolay değil bir ölümlüyü sevmek, ne yazık... Ve kolay değil susmak.

"İçeri gel."

Kolay değildir...

"Yalan söylüyorsun."
"Ne zararı var yalanların sana?"
"Ne zararı var gözyaşlarının?"
"Hastasın sen!"
"En az senin olduğun kadar..."
"Akıllı mı zannediyorsun kendini?"
"Bir kedi kadar zeki, ve aptal bir kedi yavrusu kadar!"
"Bilmece gibi sözlerin..."
"Ve aptal, bir kedi yavrusu kadar."

Bir kedi yavrusu...
Aptal, benim kadar.

Kediler sever karanlığı.


"Eğer yalancı olmasaydın, aşık olurdum sana..."
"Yine yalan söylüyorsun bir yalancıya. İnsanlar aşık olamaz bu zerafete. Nankör derler ancak!"


Yalancıları bu yüzden sevmem. Çünkü sadece onlar yalan söylediğimi anlıyor.



"Biliyor musun dün de çaldım kapını..."
"Biliyorum."
"Neden açmadın öyleyse?"
"İstemedim seni."
"Çok soğuktu hava..."

Ne acı!


"Donacağım zannettim soğuktan..."
"Aptalsın sen!"
"Neden açmadın kapıyı?"


Nefret ediyorum senden...

"Nefret ediyorum senden."

18 Eylül, 2010

Adele'nin Olağanüstü Maceraları


Kesinlikle görün... Henüz vizyonda. Tavsiyem Fransızca dublaj ve Türkçe altyazıdır; filmin zevki daha iyi çıkıyor. Birileri filmi taşlayabilir, belki harika bir film değildir; bir Titanik, bir Zindan Adası, bir Amelie değildir belki. Ama bu, Adele'nin olağanüstü maceralarıdır ve görülmeye değer.

Fragmana bir bakın derim...

14 Eylül, 2010

Clodya'ya!..

Kafasında o kadar şey olup da dakikalar boyu boş bakışlarla ekranı izleyen kaç aptal var bilmiyorum. Ama ben onlardan biriyim. En azından şu an. Edgar Allan Poe'nun görüşüne katılırım: Düşlerden başka gerçeklik yoktur.

Bana kanıtlayabilir misin gerçek olduğunu?
Poe bunları ne düşünerek söylemişti tam olarak bilemiyorum, ama benim buna inanmak için sebebim var...
Bana kendinin gerçek olduğunu kanıtlayabilir misin?
"Düşünüyorum, öyleyse varım." Düşünüyorsun, evet  düşündüğün şey var, ama sen var mısın?

Boş boş boş!
Kim sinirini yazarak çıkartmış... Nedense şu anki hisler içimde bencilce dolandığında aklıma bir şarkı gelir. "There! There! Somebody somebody look up there! Did not tell you smell that air..."  Sweney Todd filminden bir şarkı...

"Mischief! Mischief!"

'Yakın onu!'

Yakın beni!

Fark ne anlamıyorum...

Zihnimde hayaletler şarkılar söylüyor ve ben dinliyorum.
En harikası da Theatre of Tragedy'nin Envision'ı olsa gerek. Nedense o şarkıya son zamanalarda bir... zaaf besliyorum. Ve Machine'e. "...use me, I'm cheap to rent..."

Düşünüyorum... Acaba ben ne kadar ucuzum?

Clodya! Bu yazı sana... Sevdim bu ismi. Lavinya gibi... Lavinya diye bir şiir vardır, bilir misin Clodya?


Sana gitme demeyeceğim
Üşüyorsun ceketimi al.
Günün en güzel saatleri bunlar,
Yanımda kal.

 
Sana gitme demeyeceğim.
Gene de sen bilirsin.
Yalan istiyorsan yalanlar söyleyeyim.
İncinirsin.

 
Sana gitme demeyeceğim,
Ama gitme, Lavinia.
Adını gizleyeceğim
Sen de bilme, Lavinia.

                                 Özdemir ASAF

Gitme... Ben diyebilirim, yalvarabililirim! Gitme, gitme; sana yalanlar söyleyeyim...

Zaten bu, değil mi? Yalancılık! Yazmak yalancılıktan başka nedir? Tanrıya, zamana ihanet etmek!...

Kendi cesedinin üstünde dans etmek nasıldır, bilir misin Clodya?

"Ve o gece Arkham'ın çatılarında şeytanlar dans etti." diyor H. P. Lovecraft, Herbert West- Yeniden Canlandırıcı öyküsünde. Şeytanlar! Neden almadınız beni yanınıza? Neden ihanet ettiniz bana... Suçluyor musunuz yoksa beni, yüreğini bir ölümlüye kaptırmış bir zavallı olmakla? Ne bir ölümlü o, ne de zavallıyım ben...

Clodya... Bu ismi kullanmalıyım. Bir hikayede, bir romanda, bir cümlede, bir şeyde işte, ne fark eder!

İmparatoriçemin öldürülüşünü izledim.
Clodya bilir misin varlığınla bağlı olduğun birinin yavaş yavaş kanlar içinde kalmasını izlemeyi?

Çok basittir, öğreteyim! Karşısına geçersin, burnun sızlar, ve bir de üçüncü bir kişiden -ah evet, anlamayan, bilmeyen, görmeyen bir kişiden- azar yersin.

Kolaydır Clodya.

Yalan söylemek ne zaman zor oldu ki...


Yalan söylemek kolaydır, laf oyunları kolaydır...
Zor olan nedir, biliyor musun?
Söylemediğin bir yalandan ötürü taşlanmak!

'Uğursuz! Uğursuz!'

Birinin idam kararını kim verir Clodya?

Sen tanrı mısın?


Yalan söylüyor bana! İhanet etmişim, her şeyi boş vermişim, güçsüz, maskelere yapışıp kalmışım! Suçluyor beni, onun bana verdiği isteği, içtepiyi kullandığım için suçluyor!

Tanrı bana yalan söylüyor Clodya.
O bana yalan söylüyor.

Söylenmemiş yalanlardan yediğim kırbaçlar...

İmparatoriçem öldü Clodya.

Ve ona aşık olan da öldü.


Öldürdüler beni.

Kendi cesetinle öpüşmeyi denedin mi Clodya?

İster sapkınlık deyin, ister zırvalık!

Anlamıyor, anlamıyor!
Bunlar gerek yazmak için!
Gerçek olması gerekmez; zehirlendiğini yazmak için zehirlenmek gerekmez ki Clodya!
Neden anlamıyor bunu?
Neden!


Kim suçlayabilir beni?
Şeytan da yalan söylüyor!
Aldattınız beni, aldattınız hepiniz, birleşip kandırdınız beni!

Ama bilmiyordunuz ki, tek gerçek olan düşlerdir.

Gerçek olan, aldatmaca olabilir.


Aldanmak istiyorsam eğer, sana düşmez dur demesi!


Ve Clodya, güzel Clodya...
Kandırdılar beni.
İmparatoriçemi öldürttüler.
Bilir misin nasıldır, varlığınla bağlı olduğun birini bembeyaz boynuna yamuk parmaklarını bastırmak...
Nasıl da yer leş kargaları...

Clodya! Öldü o, ve kızdılar bana...


Yanıma gelmek ister misin?
Bana sarılmak veya?
Clodya, gözlerime bak dersem... bakar mısın?

Yargıladılar beni.
Ve astılar.
Ve yaktılar.

Öldürmüşüm imparatoriçemi!

Bana kim... öldür dedi?

İşte bu, Clodya, zordur...



Çok. Zordur.

12 Eylül, 2010

Bloğa teşekkürler!

Belki saçma gelecek ama bu gün ilk defa başkalarının bloguma yaptıkları yorumları okudum. Birileri beni şımartıyor ha, ne dersiniz? Kendime -ve yazdıklarıma- her zaman güvenmişimdir; ama bence başarı tanımadığınız insanların söyledikleriyle ölçülür. Teşekkür etmeye çalışıyorum ama ne yaparsınız, beceremiyorum işte...

Uzunca bir süre ortadan kayboldum biliyorum. Blogger'ın istatistiklerine göre... Eh, "Ejder Kulesi" yaz aylarında hatrı sayılır bir düşüş yaşamış.
Ama uzaklaşmakta haklıydım! Size söyledim... Evet, "üstümden geçen kamyon"...
Şimdi içindeki blog aşkı yine kabardı -öyle ki not defterime yazamaz oldum- ve ocağa kadar blogun tasarımı, içeriği hakkında yaptığım değişiklikleri tamamlamayı düşünüyorum. İçerik derken, yeni sayfalar eklemeyi kastediyorum. İnsanların ön yargısını silmeye özel bir ilgim var, okuduysanız anlamışsınızdır.

Bir ruh dağıtılmalıdır ki toparlanabilsin...

Yazdıklarımda değişim seziyor olmalısınız.

Sanırım birine nasıl teşekkür edileceğini hatırladım...
Teşekkürler Hakan.
Teşekkürler Clodya... Victoria ile ilgili daha fazlası olacak, şimdilik onu "gadget"lardan çıkarttım o kadar... Yorumun çok cesaret vericiydi...
Ve bana ulaşamayan insan, hım... Anonymous. Msn için fazla vaktim olmuyor, gelen her isteğe evet diyorum ancak çevrim dışı görünmem oldukça sık. Facebook içinse gerekli ayarlamaları en yakın zamanda yapmaya çalışacağım. İlgin beni meraklandırdı aslına bakarsan.

Ne diyordum...
Hakan teşekkürler.
İsmini yazmama inadımdan vazgeçtim sanırım. En büyük yardımı eden biri için gizli isimle dolaşmak zordur...

Biraz arsız, biraz değişmiş, biraz saçmalamış, biraz öğrenmiş...
Ejder Kulesi geri geliyor...

03 Eylül, 2010

... ben hatırlıyorum

O ayakkabıları neden giyiyorsun?


Bu şarkıyı neden dinliyorsun?


Neden elinle o hareketi yapıyorsun?


Sen, evet SEN neden yaşıyorsun?



Sevdiğin rugan ayakkabıları çıkartıp kendine Converse aldığın o günü hatırlıyor musun?


En sevdiğin o şarkıları terk edip herkes dinliyor diye dinlemeye başladığın pop şarkılarını?


Beyni yıkanmış bir halde gelip birilerine “ezik olma” hakkında çektiğin söylevi?



Hatırlamadın, değil mi? Ama ben hatırlıyorum. Biliyor musun özledim seni. Evet, seni tanımıyorum, ismini dahi bilmiyorum. Ama özledim. Çünkü eski sen olmadığını biliyorum.



Bir gün geldi birisi ve sana "Ha-ha jazz mı dinliyorsun?" dedi. Sen hemen kapattın müziği.


Yo, hayır, eski şarkılardan... Silmeyi unutmuşsun sadece... O günden sonra hiç dinlemedin. Dinleyince kendini aşağılık hissediyordun çünkü. Değil mi ama, aşağılıktır tüm müzikler pop dışında! Sonra birisi geldi ve sana eğer bu şekilde giyinirsen sana ezik diyeceklerini, uyardığını çünkü bunun çok ezik bir şey olduğunu söyledi... Ne mi yaptın? Gittin bir mağazaya, verdin 30 liranı ve kendine herkesin giydiği o parıldayan tişörtlerden aldın.



Hatırlamıyor musun? Ben hatırlıyorum...



Ezbere bildiğin Fransızca aşrkılar vardı hani... Unuttun değil mi? Çünkü eski romatik şarkılar ayıptır! Kendin olmak ayıptır! Sürüden farklı olmak yasaktır! Ah, hayır dışlarlarsa ne yaparsın!..



Seni hiç tanımadım. Ama biliyorum, eskiden harika bir insandın.


Başkaları için sevdiğin şarkıları kesmeye, en sevdiğin kazağını atmaya, hiç de sevmediğin o ünlü ayakkabıları giymeye başlamadan önce.



Yenildin.


Öldün.


Sana bunu yapmalarına izin verdin.



Küçük bir kızın eşsiz ruhu burda yatıyor! Ruhuna bir fatiha okumak gerek, değil mi!


Mezarına birkaç çiçek...


Çok özledim seni!



Ölümünü hatırlamıyorsun, değil mi?


Ruhunu nasıl parça parça erittiklerini...


Ama ben... hatırlıyorum.