27 Şubat, 2011

Sitra... Ahra...

Bir gece yalnızdım ve bir şekilde müzikçalarıma Therion'un Sitra Ahra albümü yüklenmişti.
Fazla karanlık bir geceydi ve bir tür hiçlik-yoğunluk içinde kaybolduğumu söyleyebilirim.( Ki o gece, uyumamış gibi uyandığım peşpeşe sürüp giten "kayıp" gecelerimin ilkiydi.)

Kendimi avutma isteğiyle kulaklığımı geçirdim kafama, sonra hafiften sesini açtım...
Sitra Ahra'nın Introduction'ını da ilk duyuşum değildi o. Ama o gece şarkıyı gerçekten duymaya çok müsaittim.

Yatağıma tabuttaki bir ölü gibi yattım. Kolarımı firavun mumyaları gibi göğsümde kavuşturmayı da ihmal etmedim tabii...
Gözlerim kapadım.



Benim tuhaf bir özelliğim var, hiçbir dilde şarkıların sözlerini ilk dinleyişimde anlayamıyorum. Saçma gelse de radyoda duyduğum Türkçe bir şarkının nakaratının sözlerini algılayabilmem için birkaç defa tekrar etmesi gerekiyor. Ancak bunun bana getirdiği en güzel şey, ilk 10 dinlemede hiçbir şey anlamadığım şarkılar olması...


Bu şu demek: Sitra Ahra nedir, bir adım geriye atıp nereye girilmesi gereken yer neresidir, sözler nedir... Hiçbirini bilmeden kendimi sesleri, yalnızca seslerin olduğu bir dünyaya bırakmak...

Sadece ses, görselliğin ve her hissin kaybolduğu anda yalnızca sesler, ve öyle yoğun bir şekilde algılıyordum ki bu sesleri, gözlerimin biriktirdikleri suyu birdenbire damla damla bırakıvermelerini sakinlikle karşıladım.

Yatağın üstünde yattığımı biliyordum. Ama bunun dışında herhangi bir şeyi o an bildiğimi düşünmüyorum. Zaman ve görme algım tamamen devre dışı bırakılmıştı - geriyeyse ölüme çok yakın bir şey, o "mekan" hissi kalmıştı.

Bedenime sahip değildim, beyne veya düşnmeye de değil... Hayatımda ilk defa zihnime bir şeyler üşüşmedi. Bir tür felç gibiydi...


Ama mekan; acı verecek kadar dehşetli bir "var olma" hissi (o kadar, o kadar yaşıyor gibi hissettim ki...) tüm benliğimi doldurmuştu. Hatta ona küçük gelmiştim ve doldurdu beni, ardından taştı içimden.


Daha sonra bu anları düşündüğümde aklıma Poe'nun şu yazdıkları geldi:
"Yaşam ile Ölümü ayıran sınır belirsizdir. Birinin nerede bitip diğreinin nerede başladığını kim bilebilir?"

O anın, Sitra Ahra'nın, bu sınırı kaldırdığından o kadar emindim ki...

Ölmüş olduğumdan çok emindim, yaşadığımdansa yine emin - hiç olmadığım kadar hem de...

"Uyuşuk bir huzursuzluk hâli içindeydim. Acıya karşı duyarsızdım. Hiçbir şey umrumda değildi - hiçbir şey ummuyordum - hiç çaba sarf etmiyordum."

 Evet, ama sonsuz yorgunluk...



Telefonunuzdan birine müzik dinletince veya telefonunuz mağaraların dibinde bile çekince "daha fazla hayat" olmuyor, reklamlarda dedikleri gibi. Daha fazla hayat ancak ölmekle mümkün.

Anlamadınız. Hadi gülün...




Resim: David Gough
.

23 Şubat, 2011

!!! ÖYKÜLER !!!

http://fantastikedebiyat.com/lenore_and8211_ya_da_seytanin_karnavali-619-yazin_evreni-yazi.html

Yazdıktan sonra insanlara görme izni verdiğim ilk şiirim...

Öykülerim ve -eğer yazarsam- şiirlerim için FantastikEdebiyat.com' a girmeniz gerekecek :)
Benim için olmasa bile, yine de mutlaka incelenmesi gereken bir site.

Hikayeler de olacak...

20 Şubat, 2011

yazamamak...

Yazamıyorum. Öykülerimin kanatlarını kırıp attım ve bir daha gelmeyecekler. İlhamım ölü anıları uyandırmaktı - oysa artık kaldıramıyorum bunu.

Eski yazdıklarımı temize geçip avutuyorum kendimi. Oysa zorlasam yazarım, biliyorum. Ama korkuyorum. Zorlamam gereken şey titretiyor beni... Kendime niçin bu işkenceyi yapayım; unutulmak için çaba harcanmış bir şeyi (bir nesne- diyecek kadar basit olsa keşke) yeniden en ufak ayrıntısına kadar (ufak, minik, zevkten acı çektirecek kadar yoğun ayrıntılar...) hatırlama işkencesini?

Yazdıklarımda yalanın ötesinde yalanlar var.
Yazarların işi bazen ilüzyonistlerinkine benzer...
Bense artık kendimi kandıramıyorum.


Yazılarıma söylenenleri hakaret olarak görüyorum; sanki herkes aşağılıyor beni. "Kısa süreliğine gerçek olan gerçekler" ve "hayaletlerin önünde soyunmaya benzeyen mektuplar" hakkında düşünüyorum sık sık. Bazen melankolimin derecesi "Gri Ruhlar"ın anlatıcısını dahi geçiyor.,


Başımın ağrısı beni memnun ediyor çünkü bende, zihinsel acının fiziksele dönüştüğü izlenimi uyandırıyor.
"Black Swan"daki sahneleri kafamda tekrar edip duruyorum.
İnanın hayaletlerin öpüşlerinden daha az zarar veriyor.


Yürüyemeyecek kadar yorgunum.


Yine kendi kendimi aldattım. Niçin yanılıyorum?

Saat kaç?


Peki ya bu?



Onu hissettim. Kusursuzdu. Kusursuzdum.
-- Black Swan...



Ben mi?
Ben ölmedim ki...


.

.

11 Şubat, 2011

"Yanlış"

Nedense insanların üstünde bir tür "yanlışlık" hissi uyandırıyorum.
Bir değil, iki değil ki...

"Yalan değil, kısa süreli bir gerçeklik..."
"Bence yanlış bir şey yapıyoruz."
"Sence bu yaptığımız doğru mu?"
"Bir daha olmaz, bu yanlış."

Hadi canım!

Hepsinin de şarkısı var bakın...
It's now or never birincisi.
Biri Take it off...
Hotel California.

Bir de ben ne dediğimi bilsem...



Bazen yalnızca ve  yalnızca ayakta dolaşan bir kukla oluyorum. Ama iplerim yokken nasıl dik durabiliyorum?

Clockwork'ü yazmaya çalıştım... Olmadı.

Bir şarkının cisimleşmiş haliyle tanıştım sadece.
Baştan aşağı et; ama aynı zamanda ruh; ama saf müzik olan...

Bazen...

Phantom of the Opera geliyor aklıma. (En güzel de Theatre of Tragedy söyler bu arada.) My angel of music, sing, sing, sing to me... 

Düşündüğünden kolay, merak etme. Doğaçlama bunlar..


Bunun içinden nasıl çıkacaksınız acaba?
Buna bir kahkaha yaraşır...

Bu şarkı nerden çıkmış ki? "I wanna kiss you but if I do, then I miss you babe." "Hold me and love me... just wanna touch you for a minute..." Gidiiin işinize!


Bunlar bir ara benim için oyundu. Domanlılara aşkım, Ninon de Lancos hayranlığımla...
Artık değil.


Bir yanlışlık var.
O da benim.


Virginia Woolf'un fazla acımasız  bir deyişi... Şimdi gidip kitapta o altını çizdiğim cümleye bakmaya üşeniyorum... Ama "dünya üzerindeki tek yanlışlığın kendisi olduğunu düşünmek" vs vs bir şeydi.

Saçma bunlar. Saçma.

İnsanın kendini mahvetme isteği..

"Sen çocuksun! Her şeyinle!"
Bir daha vursan ne olurdu ki?

"Göründüğünden çok daha..."



Bakın o "yanlışlık" haricinde çok duyduğum bir cümle daha vardır:

"Seni daha olgun sanıyordum."


Bu iki karşıt cümlenin arasında genelde benim bir "kendi kendini mahvetme teşebbüsü"m vardır.


Neden mi?

Çünkü hiçbiri yalancının BEN olduğumu düşünmez!




.

Gecenin bir vakti bir yazı...

Gecenin bu saatinde... Aslında istesem bunu birilerinin üstüne yıkabilirim... Ama ne gereği var ki yalan söylemenin?

Her önüne gelen de bana yalan söylüyor, nedense... Ya da galiba benim kuruntum bunlar.

Karanlıktı. Motor susmuştu. Hareket etmiyorduk ve herkes uyuyordu...

Nedense bana yalan söylüyorlar. Kandırılmam kolay olduğu için mi?

Umrunda olup olmadığını sordum ve hayır, dedi.


Acaba hemencecik kendimi bıraktığım için mi?

O anı hatırlıyorum.

Acaba okuduğunda anlar mısın? Bu arada,  bu hiçbir şey. Bir de öykü yazıyorum...


Bazı anlar, dünya üzerinde sadece siz ve o yaşıyor hissine kapılırsınız...

Zeki adamları daima sevmişimdir...

Kim bilirdi ki orada, IQ'muzun kaç olduğunu...
Makarna canavarıyla kim ilgilenirdi?
Aşırı feministliğin aşırı kadın-erkek ayrımı yarattığına, dolayısıyla feminizme kökten aykırı olduğuna karar verdiğimizde orada kim vardı ki?

Sanırım birileri vardı...
Silüetler ve sesler hatırlıyorum.  Ama söyle, yalnız değil miydik?


Bunların hepsi yalan olabilir.

"Son iki saattir böyleyim."
Rekorum 30 dakika.

Ama onun yıllarını senin saniyelerine değişir miydim? Hayır.


Hani bir şarkı vardı... Pinhani...
    Yalandan da olsa... ne güzel güldün o akşam... bana..
Ne güzel güldün o akşam...

Akşam değildi aslında, geceydi; biliyoruz bunu.

Bunların TÜMÜ yalan olabilir!

To prasino kaskol su, maresi poli!

Prasino kaskol... Yeşil atkını özlüyorum en çok. Yeşil. Sıcak...

Sence kim anlıyor?

Tüm bunlar delilikti...
Zaten bu yüzden bu kadar güzel değil miydi?


Sen elindeki kartları beyaz çarşafın üstüne koyup zevkle "21!" derken ben oradaydım. Ve bir yerde bulunmaktan o kadar mutluluğu kimse duymaz... Kaskol!


Seni sık düşünüyorum. Anları kafamda sarıp bir kez daha izliyorum.


Artık oyun değildi ki...
Blackjack veya pişti değildi; ve ben elimde 21 olsa bile sevinemiyordum...
Eksikti çünkü. Eksikti, çünkü ben kazancı seninle paylaşmak istiyordum.



Ben kolay etkilenmem.
   Sende bir şey vardı.



Sesin.
İlgilendiğin şeyler.
Benimle konuşmaya cesaret etmen.

İki saat...


Zehir ettiler, değil mi?



"Benim gibi sorumsuz bir adamın çocuğu olmamalı." derken ne kastettiğini anladım.


Clockwork'üm benim...
Prasino kaskol'um...

Heeeeey! Dur be ne yapıyorum ben!
Hale bak. Görsen ne gülersin...

Gül ama.
Hani uyanmıştık ya... Herkes uyuyordu hani...

O sabahki gibi.

Gülümse ve bana "Oteller daha seksi olur." de. (Bu cümle uyku sersemliğiyle söylenmiş, bozuk bir cümle gibi gelebilir; ama kesinlikle değil - konuşmanın geri kalanı gayet açık ve ayıktı.)


O basınç...


Kaşlarını çatsan bile üzülmeyeceğim!

Yalan.



To prasino kaskol su...
    ... maresi poli.




Birinci resim: Rebecca Sinz
İkinci resim: Victoria Frances
Üçüncü resim: Scarlet Gothica

.

10 Şubat, 2011

Döndüm.

Geri geldim. Hani kürkçü dükkanı... Kaç senedir!
Yanımda birkaç işe yarar şey de getirdim - okumayacağınız hikayeler, tuhaf anlar, artık onsuz duramadığım bir şarkı. Biraz da cesaret - yoksa nerde bende böyle -bunları!- açık açık anlatacak yürek!
Şimdi biraz meşgulum, evet. Ama yazmadan olmuyor ki...
Size anlatacaklarım var. Bekleyin.


NOT: Artık bloğumdan benim seçtiğim şarkıları videolarla izleyebilirsiniz.