12 Temmuz, 2009

DUVARLARA AŞIK OLMAK

Sizi yıllarca hapis tutan, gerçek dünyayı görmenize izin vermeyen şeylere, gerçekle aranızda duran “duvar”a aşık olmak mümkün mü?

Birkaç yıl önce ilginç bir olay kayda geçmişti: 19 yaşındaki bir genç kız 7 yaşından itibaren genç bir adam tarafından kuytu bir evin bodrumunda tutuluyordu. Ta ki polis gelip onu kurtarmaya gelene kadar. Ama dışarı çıkmak istemedi kız. Onu orada yıllarca hapis tutan adama aşık olduğunu haykırıp durdu. Sonunda ikna olup dışarı çıktığında onunla bir röportaj yaptılar. “Ona aşıktım! Bana çok iyi davranıyordu. Belki de tanıdığım tek insan olduğu içindir.... Ona neden aşık olduğumu bilmiyorum!..”

O zaman pek umursamamıştım olayı. Nedense az önce, sabahın yedisinde birden hatırlayıverdim. Böylesine iyi aklımda kaldığına şaştım doğrusu, kaç sene geçti o haberi izleyeli...

Aman neyse, niye bunları anlatıyorum söyleyeyim artık: Ben de beni hapsedenlere, kendi “duvar”larıma aşık olmuş olabilir miyim? Ya da: Aşık olduğum şeyler aslında birer “duvar” olabilir mi? Tabi beni bodrumda hapis tutan biri yok ama ya zihnim hapisteyse?

Yok, anlamıyorsunuz... anlatamıyorum ki size! Durun, açıklayacağım; anlarsınız o zaman...

Hani sizin için çok değerli olan düşünceleriniz vardır, asla bırakmazsınız onları, onlara çok güvenir, seversiniz , haz alır,mutlu olursunuz onlarla, her şeyiniz üstlerine kuruludur... Sizi bilmem ama ben böyle düşüncelere aşığımdır. Onlar olmadan yaşayamam. Attığım her adım onlar içindir, söylediğim her söz onların... Amacım,dayanağım onlardır. Onlardan başka kimseye güvenmem. Düşüncelerime ölesiye inanırım.

Sorun da burada zaten! Aslında sorun değil, içimdeki hainin fısıldayıp durduğu şeyler... Ne diyor biliyor musunuz:
“Ya şu arkasına saklandığın ‘harika’ fikirler aslında seni kısıtlıyor, zihnini hapsediyor, gerçeği görmeni engelliyorlar, küçük kız... Zavallı küçük kız, insanlara kızıyorsun gerçekleri kabullenmedikleri için ve sen de kabul etmiyorsun! Seni aptal, onlar seni hapseden duvarlar ve sen o duvarlara çarpıp yere düşe düşe delirmek üzeresin!”

O söylüyor bunu, o! [1] İçimdeki o katil kılıklı yaratık fısıldıyor bunları... Evet, fısıldıyor, zehir gibi bir sesle, utanmazca yanaklarımı okşayarak; bir yılan gibi parıldıyor gözleri... Ama yılanlara da güvenmek gerek bazen; doğru söylüyor olabilir mi?

Sonra haykırmaya başlıyor:
“Ama asla kabul etmezsin değil mi!.. Sen o duvarlara aşıksın! Acı çekmeyi o kadar çok seviyorsun ki...” devam ediyor ama duyamıyorum, bulanıklaşıyor zihnim... Beynimdeki katilin bulaştırdığı zehir geçmiyor ama...

Bütün hayatınızı insanlara inandığınız gerçekleri göstermek için mahvetseydiniz ve aslında gerçeği görmeyenin siz olduğunuz ortaya çıksa nasıl bir çöküş yaşardınız?..

Ama hayır,inandıklarım doğrudur benim!Yoksa...Hayır, hayır.... Onlar bizi ayakta tutuyorlar, nasıl yanlış olabilirler! Asla kabullenmeyeceksin, asla! Çünkü doğrudur düşündüklerim... Duvarlar! Duvarlar! Zavallı küçük kız... Sus! Sus artık... Dayanamıyorum!.. İçinde bir deliyle yaşamak nasıl bir şey biliyor musun?! Ağlama küçük kız... Acını paylaş. Hafifleyecektir. Pis yılan! Sus artık seni pis yılan!.. Ben senin tek dostunum... Bana yılan dersen, onlar seni yine eskisi gibi satıp gittiklerinde kim kalır yanında? Bir tek ben ihanet etmem, küçük kız, bir tek ben...

[1] Dostoyevski; Karamazov Kardeşler

07 Temmuz, 2009

Kabullen...

Neden bu kadar zor kabulleniyorsunuz? ‘Ayağa kalkın ve kabul edin.’[1] Ayağa kalmak için neyi bekliyorsunuz? Kabullenecek hiçbir şey kalmayana kadar pisliğin içine batmayı mı?Anlamıyorum; neden kaçıyorsunuz gerçeklerden?Anlasanıza artık; dünyayı mahvedenler sizlersiniz, yarını asla getirmeyen sizsiniz!.. İnsanlığı da ruhunuz gibi çürütmek, dünya üzerindeki her güzelliği pisliğe batırmak...İŞTE BÜTÜN YAPTIĞINIZ BU!..

Dönüp arkanıza bakmanızı istiyorum. Acı çektirdiğiniz insanları, yok ettiklerinizi, kirlettiklerinizi, yozlaştırdıklarınızı, aptal hırslarınız ve saçma amaçlarınızı düşünmenizi istiyorum. Kendinizi nasıl mahvettiğinizin, hatta yetmiyormuş gibi dünyayı da nasıl kirlettiğinizin farkında mısınız?

Birileri sizi kınayacak diye yapmak isteyip de yapamadıklarınızı, topluluktan dışlanmamak için onlar gibi davrandığınızı hatırlayın...

Kabullenin artık; boş, amaçsız yaşıyor, diğerlerinin de ruhlarını sömürüyorsunuz. İnandığınız ilüzyonlarla yaşıyorsunuz. Dünyayı neye çevirdiğinize bir bakın...Tek isteğim iğrençliğinizi fark edip kabullenmenizdir. Çünkü her şeyin çözümü burada saklı. ‘İÇİNİZDE İĞRENÇ OLDUĞUNU FARK ETTİĞİNİZ HER ŞEY, SIRF ONU FARK ETTİĞİNİZ İÇİN KENDİLİĞİNDEN TEMİZLENMİŞTİR.’ Der Dostoyevski Karamazov Kardeşler’de. Siz yeter ki kabullenin, belki o zaman dünya mükemmele yaklaşır...

Niye hâlâ konuşuyorum ki? Susayım da büyük usta Dostoyevski konuşsun:


(...) Oysa sen, büyük olduğun hâlde, varlığınla çürütüyorsun, pisliğe boğuyorsun
yeryüzünü, arkanda yalnızca pislik bırakıyorsun. Ne yazık ki hepimizin tek
yaptığı bu...




[1] Marilyn Manson’ın bir şarkısından:
STAND UP AND ADMIT
TOMORROW’S NEVER COMING
STAND UP AND ADMIT

UMUT???

Aslında “kayıp umut diye bir şey var mıdır?”dı yazının konusu ama, aslında daha umudun ne olduğunu bilmediğimi fark ettim. Sahi, umut ne demek?

Sözlüğe mi baksam? Yok, olmaz; ezberlemek, onların istediklerini düşünmek, onların öğrettiklerine inanmaktan başka bir şey olmaz sözlüğe bakmak.

Sanırım UMUT, en karamsar anlarda “bu iyi şey de olabilir” , “elbette mümkündür bu harika şey” diye fısıldayan, insana hayata tutunma gücü veren bir tür ışık...

Yoksa mantıklı düşünmememiz gereken yerde, zihnimizi olma olasılığı düşük ihtimallerle zehirleyen, “kara gerçeği görme hakkı”mızı elimizden alan bir kafa karıştırıcı mı?

Öyle olmayacağını bile bile, öyle olacağına inanarak yaşamak, onun öyle olacağını “umut etmek” midir?

Off... Umut her neyse, bence asla kaybolmaz. Yo kaybolabilir aslında. Sana mı soracak?! Evet, soracak tabi, senin umudun değil mi sonuçta! Aman, yine saçmalıyoruz! Umut neyse ne, ne önemi var ki anlamının?! Ama önemlidir umut; yoksa neden ‘umut insanı ayakta tutar’ desinler ki? E bir de ‘umut insanın kafasını karıştırır’ diyenler var...
Ben bu konuşulanların hiçbirini dinlemem, bana ne onların umutlarından! Benim kendi umutlarım var. Hâlâ ne olduğunu çözemedim ama, benim umudum var!!!

Hastalıklı İyilik


Some children died the other day
We fed machines and then we prayed
Puked
up and down in morbid faith
You should have seen the ratings that day



der Marilyn Manson The Nobodies’in sonunda.



Geçen gün birkaç çocuk öldü
Makineleri besledik ve dua ettik
(“makine”yle
televizyonu kastediyor.)
Hastalıklı iyilikle küçük düşürdük
O günkü
reytingleri görmeliydiniz.



Başta anlamsız gelebilir şarkının sözleri. Ama düşünmenizi istiyorum. Zihninizde bir canlandırın. Küçük bir kız çocuğu, oyun oynarken; yolun tamiratı için açılmış, sonra da kapatılmadan terk edilmiş bir çukura düşüp ölüyor. Şaşırmayın, birkaç yıl önce haberlerde izlemiş olmalısınız bunu. Tabi ya, bütün kanallar göstermişti hani…

Akşam haberlerinin yarısı bu konuyu tartışarak geçti tüm kanallarda. Nasıl da merakla izlediniz… Acaba aile tazminat davası açmalı mıydı yetkililere? “Sorumlusu kim?” klasik soruyu sordu spikerler. Ertesi gün de televizyondaydı küçük kızın gülümseyen resmi, düştüğü çukur, acıklı konuşmalar, sinir krizleri geçiren annesi, bağırıp çağıran babası… Nasıl da oyalandı kanallar!.. Makineler, şu televizyonlarınız nasıl da beslendi...

Kınadınız çukuru açık bırakanları. Kimileri bir banka hesabı açıp para topladı “mağdur aile” için. Ne kadar da hastalıklı bir iyilik! Nasıl olur da bu kadar küçük düşürülebilir iyilik kavramı!

Dua ettiniz küçük çocuk için.Televizyon izleyip makineleri beslediniz, sonra da oturup dua ettiniz. Keşke o gün regtingleri görseydiniz; o zaman anlardınız belki şu gerçeği: o küçük kızın ölümü, reytingleri yükseltmekten başka işe yaramamıştır; onu öldüren çukur, hâlâ açık, oracıkta durmaktadır, aynı küçük kızın oyun oynadığı gün olduğu gibi...

ÜÇ DİLEK

Size üç dilek hakkı verilseydi ne yapardınız? Sizi bilmem; iş, ev, araba,para… isterdiniz belki. Ama benim çok daha farklı dileklerim var.

İlk dileğimle dünyadaki bütün binaları yıkardım. V for Vendetta’dan alıntı yapmak gerek, ‘Binalar sadece birer simgedir’ ve ‘İnsanların binalardan fazlasına ihtiyacı var.’ V bununla farklı bir şeyi kastetmişti ama sizin “uygarlığın simgesi” saydığınız binalarınız da yıkılmayı hak ediyor.
Anlamadınız değil mi? Neden şu “muhteşem” gökdelenlerden, “göz alıcı” lüks villalarınızdan, hatta basit apartman dairelerinden bile nefret ettiğimi söyleyeyim: Dünyayı mahvetmekten başka şeye yaramıyor çok- katlı -cam-kaplı saçmalıklarınız!

İkinci dileğimde, dünyada hiçbir amacı olamayan, eğlence,para… için yaşayan FAZLALIK insanların ölmesidir. Ne kadar manyakça gelse de, dikkatli baktığınızda, dünyanın tek sorununun GEREĞİNDEN FAZLA insana ev sahipliği yapması olduğunu görebilirsiniz.

Üçüncü dileğimde ise geriye kalan insanların bana saygı göstermeleri ve dediklerimi dinleyip anlamaları. Dünyadaki herkesin (yani yaşamayı hak ettiği için dünyada kalan tüm insanların) size inanıp sizi dinlemeleri harika olurdu.

Belki sadistlik, belki egoistlik olarak göreceksiniz dileklerimi… Ama amacım ne insanları katletmek ne de aç, evsiz bırakmak. Belki ikinci dileğimle ölenlerden biri olurum ben de. Ama bütün bunlar sadece MÜKEMMELE YAKLAŞTIRMAK için dünyayı. Ne kadar mükemmele ulaşmanın imkansız olduğunu bilsem de…

01 Temmuz, 2009

İnsanlardan Nefret Ettiğim Ölçüde...

İNSANLARDAN NEFRET ETTİĞİM ÖLÇÜDE…

Bazen anlamsız geliyor her şey… Bir amaç yokmuş gibi. Sadece boşluk. Ve nefret… Bu kadar boş oldukları için nefret ediyorsun insanlardan. Ne kadar anlamsız… Boşu boşuna yaşayışlar.

Kendilerini nasıl da avutup oyalıyorlar, kendi ürettikleri dertlerle. Bazıları ağlıyor, sanki gerçekten acı çekebiliyorlarmış gibi! Ve buna inanıyorlar, en kötüsü de bu. Kendi kendilerine kanunlar yazıp, onların dışına çıkanları duvarların arasına kapatıyor, sonra buna da adalet diyorlar. Sanki buna, insanları yargılamaya hakları var!

Ne kadar boş… Uğruna yaşadıkları hiçbir şey yok çoğunun. Doğru ya, kendilerine ezberletilenlerden başka şeye inanmaz onlar. Ama hayır… Suçlu benim! Konuşup duruyorum, savunuyorum ya bir şeyleri, adı “piskopat”a çıkan benim. Ne önemi var… Ölürsem savaşım için ölürüm. Saçmalıklarının bir nedeni olsa keşke, sadece onların kurallarına, o iğrenç ezberlerine uymadığım için bütün bunlar. O “ben çok farklıyım.” , “ben kuralları bozarım” diyenlerin hepsi daha da saldırıyorlar bana. Oysa kendi “farklılıklar”ını ilan ettikleri sözcükler bile kalıplaşmış artık.

Ama yok; sakın yüzlerine karşı söylemeyin bunu, ağlayıverir zavallıcıklar! Göz yaşları ne kadar değerlidir onlar için? Bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum. Tek istediğim bu boşluktan kurtulmaları. Çünkü onları seviyorum. Çünkü onlardan nefret ediyorum. Dostoyevski Karamazov Kardeşler’de şöyle yazar:
‘KİŞİLERDEN NEFRET ETTİĞİM ÖLÇÜDE İNSANLIĞA OLAN SEVGİM ARTIYOR.’
Ben de insanlardan tiksiniyorum…

Ölümsüzlükten Önceki Ölüm

“Ben nefes alan bir kadavrayım. Ölümsüzlükten önceki ölüm”
der Nietzsche. Tam olarak kastettiği nedir, bilmiyorum.Ama doğruluğu kesindir bu sözün. Eğer hayatınızı boşuna, amaçsız, önyargı ve korkulardan sıyrılamamış, küçük bir solucan ya da Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’de dediği gibi bir ‘tahtakurdu’ olarak, hiçbir şeyi sorgulamadan ve inandıklarınızı savunmadan yaşadıysanız gerçekten de ‘nefes alan bir kadavra’sınız siz!
Sadece yaşamışsınızdır, hem de anlamsızca! Bir kediye, yerdeki solucana, bahçedeki köpeğe sorarsanız eğer “Niye yaşıyorsun?” diye, cevap alamazsınız. Ama bir insan cevap veremiyorsa bu soruya, ya da “İyi bir iş sahibi olmak için” , “Kendime son model bir Ferrari alabilmek için.” diyorsa, işte orada çakar sorunun masum şimşekleri: “O ZAMAN NE FARKIN VAR BİR HAYVANDAN VEYA MEZARINDA UYUYAN ÇÜRÜMÜŞ KADAVRADAN?”
Cevabı yoktur sorunun, şimşekler öylece asılı kalır havada. Kimse düşünmez cevabı, ne senden ne de benden başka…
Ama ya bulursan cevabı? Küçük bir SOLUCAN, cevabı bulunca çıkar yaşadığı taş altından. Ama artık korumasızdır, korkar başlarda. Sonraysa anlar yalnız olduğunu ve sadece –evet, sadece- sorunun yanıtını bildiği için ötekilerin onu nasıl öldürmeye çalışacağını. Ve anlar SOLUCAN; gerçeği fark etmiştir ya, dayanması gerekir bunu bilmenin, bilip de başkalarının bilmesini sağlayamamanın acısına. Ölür gibi olur, çürütür mutluluğu gerçeği bilmek. Ama ölümsüzlüğe varmak için tek yoldur bu…
Dayanır SOLUCAN; nefret eder amaçsız yaşayanlardan, iğrenir gerçeği bilmeyenlerden. Artık bir solucan değildir, ama nefreti ve iğrenmesi kopartır onu hayattan. Unutur mutluluğu, ama bilir: çevresindeki her “mutlu” insan, aslında kendine yalan söylemeyi en iyi başarandır. Ama kendini kandırmaz bizim eski solucan, yaşar acılarıyla. Yalnızlıktır tek dostu, ölümsüzlükten önceki ölümdür bu…