Az önce aramızda "veda yazısı" olarak adlandırdığımız şeyi okudum. Pek bir şey hissetmemekle beraber; (aslında her cümlenin sonuna hitap kelimeleri koymak istiyorum ama biliyorsun, herkesin okuduğu bir yazıya onları yazmam) aklıma senin söylediğin bir şey geldi. Şöyle demiştin: "Beni bırakamazsın çünkü artık gidecek yerin yok."
Hayır; gidecek yerim var.
Sen varsın.
Hayalin var.
Asla kaçamazsın benden. Çünkü sen uzakta filan değilsin, çok yakında aksine; şu ismini söylerken deli gibi atan kas yığınının içinde.
Aptal... Senden asla vazgeçmeyeceğim.
Ve ben verdiğim sözleri tutarım; ve ayrıca vaatleri de... (Aynı Domanlıların yaptığı gibi, verilen vaatler yerine getirilir. Tabi bu da benim aptallığım, ne diye bir şey vaat ederim ki?..)
Kısaca, gitsen bile (tanrım; gerçekten de tamamen gitmekten bahsediyorum!) benden kaçış yok. Gerçi kaçmak istemediğini belirtmiştin...
Şunu saçmalıyorum işte:
Ne yaparsan yap, ne dersen de her acı ve rezalet durumunda, her türlü ihanet ve vazgeçilme karşısında, tüm gurur bir kenara bırakılarak; sonsuza dek senin olarak kalacağım.
Bütün o öteki saçmalıkları boşver; gerçek olan bu...
21 Mart, 2010
<< Başlıksız>>
Yazmazsam çatlarım dedikleri bu olsa gerek...
Elimdeki şeyi kaybettim. Aptallığım yüzünden hem de... Hızdan kaynaklanan aptallık; en az düşünce bulanıklı kadar zararlı olan, hayatı mahveden. Boş versenize...
Bir şey söyleyeyim mi; asla mutlu olmayacağız.
Sen bunları okuyup benden hesap sorduğunda ben yine sakinleşmiş ve hayallere yeniden inanmaya başlamış olacağım.
Ama şimdi, lütfen bırak da yazayım aklımdan geçeni; yazmazsam çatlarım çünkü...
Artık tanrıçan değilim. Artık "üstün" olduğuma inanmadığını biliyorum. Bir iltifat duymayalı kaç gün oldu biliyor musun?
Asıl mesele, ne diye senden iltifat duymak istiyorum?
Kimi kandırıyorum... Niye olduğunu biliyoruz. Sana bunu binlerce kez söyledim ve hepsinde "ben de" diyerek cevap verdin.
Bak sinirim geçti bile...
Güçsüzlük, korku, sensizlik belki de? Soluduğum havada bir şey var, şüpheye ve alınganlığın verdiği acıyı andıran bir şey... Hayır, ta kendisi!
Özür dilerim. Bir saat sonra yanına geleceğim ve yine uslu bir kedi gibi davranacağım.
Kedi (!) gibi...
Aklından geçenleri yazmak rahatlatır, yazarsın ve artık acı da zehir de kağıttadır.
Az önce yani bir kelime öğrendim. Oldukça ilginç (!) -bu ünlem ikinci oldu hayırdır inşallah...- bir sözcük, keyfimi yerine getirdi.
İki paragraf önce ağlamak üzere olan insan şimdi harika bir sessiz kahkaha atıyor... Açıkçası öyle komik bir kelime de değil hani, hatta bıraksan oturup ağlanacak şey benim için. Ama kelimeyi öğreniş şeklim komik geldi galiba...
Niye bu kadar saçmaladım?
Boş verin; yazdıklarımın yüzkarası, işte bu "Başlıksız" yazısı...
En azından kendime geldim - e bir de harika bir sözcük öğrendim- yetmez mi...
Bu arada;
iki S harfi. Tanrıça ünvanı olmadan da yaşamak mümkün, kraliçeler bile prenses ünvanıyla gömülüyorken aptal bir kral yüzünden, bu kelime için tatsızlık çıkarmaya değmez.
Ne de olsa alıngansın. Ve mızıkçı!
Elimdeki şeyi kaybettim. Aptallığım yüzünden hem de... Hızdan kaynaklanan aptallık; en az düşünce bulanıklı kadar zararlı olan, hayatı mahveden. Boş versenize...
Bir şey söyleyeyim mi; asla mutlu olmayacağız.
Sen bunları okuyup benden hesap sorduğunda ben yine sakinleşmiş ve hayallere yeniden inanmaya başlamış olacağım.
Ama şimdi, lütfen bırak da yazayım aklımdan geçeni; yazmazsam çatlarım çünkü...
Artık tanrıçan değilim. Artık "üstün" olduğuma inanmadığını biliyorum. Bir iltifat duymayalı kaç gün oldu biliyor musun?
Asıl mesele, ne diye senden iltifat duymak istiyorum?
Kimi kandırıyorum... Niye olduğunu biliyoruz. Sana bunu binlerce kez söyledim ve hepsinde "ben de" diyerek cevap verdin.
Bak sinirim geçti bile...
Güçsüzlük, korku, sensizlik belki de? Soluduğum havada bir şey var, şüpheye ve alınganlığın verdiği acıyı andıran bir şey... Hayır, ta kendisi!
Özür dilerim. Bir saat sonra yanına geleceğim ve yine uslu bir kedi gibi davranacağım.
Kedi (!) gibi...
Aklından geçenleri yazmak rahatlatır, yazarsın ve artık acı da zehir de kağıttadır.
Az önce yani bir kelime öğrendim. Oldukça ilginç (!) -bu ünlem ikinci oldu hayırdır inşallah...- bir sözcük, keyfimi yerine getirdi.
İki paragraf önce ağlamak üzere olan insan şimdi harika bir sessiz kahkaha atıyor... Açıkçası öyle komik bir kelime de değil hani, hatta bıraksan oturup ağlanacak şey benim için. Ama kelimeyi öğreniş şeklim komik geldi galiba...
Niye bu kadar saçmaladım?
Boş verin; yazdıklarımın yüzkarası, işte bu "Başlıksız" yazısı...
En azından kendime geldim - e bir de harika bir sözcük öğrendim- yetmez mi...
Bu arada;
iki S harfi. Tanrıça ünvanı olmadan da yaşamak mümkün, kraliçeler bile prenses ünvanıyla gömülüyorken aptal bir kral yüzünden, bu kelime için tatsızlık çıkarmaya değmez.
Ne de olsa alıngansın. Ve mızıkçı!
09 Mart, 2010
Bir Dost ve 'Going Under'
Bu gün yine bir şarkı dinledim. Anlamı olan bir şarkı.
Dördüncü sınıftayken anlamadan dinleyip sevdiğimiz, Evanescence’ın “Going Under”ı. Anlayarak dinledim bu gün.
Ama yine anladım ki şarkının söyledikleri, benim o şarkıyla olan anılarım kadar fazla değilmiş...
Uzaklaşmanın unutmaya yol açacağı söylenir; ama hayır, açmaz. Açmıyormuş yani, dostlar uzaktayken de hatırlanıyor.
O, benimle o zaman dost olmuş ve hala da dostum diyebileceğim tek insandır. Öteki dostların hepsi şimdi selamlaşmaya bile layık değil sanırım gözümde; ne kadar belli etmemeye çalışsam da. Ve sanırım bu onu ilk gerçek dostum yapar...
Arabaya biner, hani şu elindeki telefonla hepimize şarkı çalan kıza doğru çevirirdi başını.
“Going Under’ı açsana...” derdi. Kız birkaç tuşa basar, o ezbere bildiğimiz melodi başlardı. O keskin ses söylemeye başlardı. Anlamazdım pek bir şey... Ama acıyı, hakaret edilmişliği hissederdim sanırım. Oysa şarkı asla bana acı şeyler vermemiştir, en azından bu gün dinleyip de anılar aklıma gelene kadar.
Bazen çocuk, kızdan şarkıyı açmasını istemezdi. Bazen o kendiliğinden çalardı. Çalmazsa ben dayanamaz söylerdim; “Açsana ‘Going Under’ı...”
Sessizce, tek kelime edilmeden Going Under bizim şarkımız olmuştu. Aynı şarkıyı dinleyen o on iki kişinin ruhu bile duymadan. İkimizin şarkısı.
Neden severdi şarkıyı? Öğrenmeye hiç vaktim olmadı. Asla sormayı akıl edemedim... İnsanın en büyük aptallığı bu olsa gerek... Sorabilirdim, ama sormadım ve şimdi onun nerde olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Onu özledim.
Bir gün bana Fransızca bir şarkı söylemişti. Konuşabildiğinden değil, ezberlemişti dinleyerek; çok severmiş... Ne güzeldi. Sesi, şarkı... Gözlerimin içine bakarak söylemişti. Galiba ona o zaman değer vermeye başlamıştım.
Dostum ne zaman oldu, bilmiyorum...
Bu gün yine Going Under’ı dinledim.
İkimizin yerine.
Tamir ettiğim kulaklığını hatırlıyor musun? Hani pritlemiştim. Çalışmıştı ama yine de ertesi gün yenisini almıştın ya...
Sonra gözlerine bakmak için yalan uydurmuş da öyle izlemiştim gözlerini, birkaç saniyeliğine.
Bir de yemekhaneden okul binasına yürüyüşümüz vardı.. Aramızda bir metre mesafe vardı ve ikimiz de susuyorduk. Keşke susmasaydın.
Şimdi bunların bir önemi yok; biliyorum.
Ama bu gün Going Under’ı dinledim! Bizim şarkımızı... Aslında bizim olmayan o güzel şarkıyı.
İkimiz de korkakmışız.
Keşke seninle son bir kez konuşabilsem... Tek bir konuşma daha. Senenin başında sana bir not göndermiştim hatırlıyor musun?
Sen benim tek dostumsun.
Bana değer veren ilk.
Hepsi bir yana, gülüşünü özledim. O kumral saçlarını. Hani erkenden gelip servise oturur ve müzik dinlerdin... Ben de seni izlerdim.
Bu yılın başında tüm yemekhanede seni aradım. Yoktun.
Artık başka bir yerdeymişsin öyle söylediler.
Seni kimse sevmezdi, o eski sınıfındakiler adını hala “problemli” olarak anıyorlar. Ama ben seni severdim.
Gülmeye devam et, oldu mu?
Şarkıyı dinle ve bir zamanlar benim dostum olduğunu hatırla. Hala öyle olduğunu.
Biliyor musun, bana çarpık bacaklı deyişini hala hatırlıyorum. Ama yamuk oturduğum için öyle gözüküyordu!
Hem çarpık olsalar ne fark ederdi ki; dostlar birbirlerine çarpık demezdi...
Seni özledim. Narinliğini. Yüzünü her sabah görmeyi. Ve en çok da, saçlarını izlerken Going Under’ı dinlemeyi...
Dördüncü sınıftayken anlamadan dinleyip sevdiğimiz, Evanescence’ın “Going Under”ı. Anlayarak dinledim bu gün.
Ama yine anladım ki şarkının söyledikleri, benim o şarkıyla olan anılarım kadar fazla değilmiş...
Uzaklaşmanın unutmaya yol açacağı söylenir; ama hayır, açmaz. Açmıyormuş yani, dostlar uzaktayken de hatırlanıyor.
O, benimle o zaman dost olmuş ve hala da dostum diyebileceğim tek insandır. Öteki dostların hepsi şimdi selamlaşmaya bile layık değil sanırım gözümde; ne kadar belli etmemeye çalışsam da. Ve sanırım bu onu ilk gerçek dostum yapar...
Arabaya biner, hani şu elindeki telefonla hepimize şarkı çalan kıza doğru çevirirdi başını.
“Going Under’ı açsana...” derdi. Kız birkaç tuşa basar, o ezbere bildiğimiz melodi başlardı. O keskin ses söylemeye başlardı. Anlamazdım pek bir şey... Ama acıyı, hakaret edilmişliği hissederdim sanırım. Oysa şarkı asla bana acı şeyler vermemiştir, en azından bu gün dinleyip de anılar aklıma gelene kadar.
Bazen çocuk, kızdan şarkıyı açmasını istemezdi. Bazen o kendiliğinden çalardı. Çalmazsa ben dayanamaz söylerdim; “Açsana ‘Going Under’ı...”
Sessizce, tek kelime edilmeden Going Under bizim şarkımız olmuştu. Aynı şarkıyı dinleyen o on iki kişinin ruhu bile duymadan. İkimizin şarkısı.
Neden severdi şarkıyı? Öğrenmeye hiç vaktim olmadı. Asla sormayı akıl edemedim... İnsanın en büyük aptallığı bu olsa gerek... Sorabilirdim, ama sormadım ve şimdi onun nerde olduğu hakkında en ufak bir fikrim yok. Onu özledim.
Bir gün bana Fransızca bir şarkı söylemişti. Konuşabildiğinden değil, ezberlemişti dinleyerek; çok severmiş... Ne güzeldi. Sesi, şarkı... Gözlerimin içine bakarak söylemişti. Galiba ona o zaman değer vermeye başlamıştım.
Dostum ne zaman oldu, bilmiyorum...
Bu gün yine Going Under’ı dinledim.
İkimizin yerine.
Tamir ettiğim kulaklığını hatırlıyor musun? Hani pritlemiştim. Çalışmıştı ama yine de ertesi gün yenisini almıştın ya...
Sonra gözlerine bakmak için yalan uydurmuş da öyle izlemiştim gözlerini, birkaç saniyeliğine.
Bir de yemekhaneden okul binasına yürüyüşümüz vardı.. Aramızda bir metre mesafe vardı ve ikimiz de susuyorduk. Keşke susmasaydın.
Şimdi bunların bir önemi yok; biliyorum.
Ama bu gün Going Under’ı dinledim! Bizim şarkımızı... Aslında bizim olmayan o güzel şarkıyı.
İkimiz de korkakmışız.
Keşke seninle son bir kez konuşabilsem... Tek bir konuşma daha. Senenin başında sana bir not göndermiştim hatırlıyor musun?
Sen benim tek dostumsun.
Bana değer veren ilk.
Hepsi bir yana, gülüşünü özledim. O kumral saçlarını. Hani erkenden gelip servise oturur ve müzik dinlerdin... Ben de seni izlerdim.
Bu yılın başında tüm yemekhanede seni aradım. Yoktun.
Artık başka bir yerdeymişsin öyle söylediler.
Seni kimse sevmezdi, o eski sınıfındakiler adını hala “problemli” olarak anıyorlar. Ama ben seni severdim.
Gülmeye devam et, oldu mu?
Şarkıyı dinle ve bir zamanlar benim dostum olduğunu hatırla. Hala öyle olduğunu.
Biliyor musun, bana çarpık bacaklı deyişini hala hatırlıyorum. Ama yamuk oturduğum için öyle gözüküyordu!
Hem çarpık olsalar ne fark ederdi ki; dostlar birbirlerine çarpık demezdi...
Seni özledim. Narinliğini. Yüzünü her sabah görmeyi. Ve en çok da, saçlarını izlerken Going Under’ı dinlemeyi...
02 Mart, 2010
KUŞ
"Bunu yapmak istediğinden emin misin?"
Gözleri ışıldadı.
"Evet."
Hikayenin başı uzundur... Bir kendini adamaya şahit olacaksınız. Bir tutkuya ve bir acıya. Bir ölüme de. Küçük kuşun öyküsünü duyacaksınız. Küçük bir kızın nasıl öldüğünü öğreneceksiniz.
Hikayenin sonu uzundur; sadece bir cümle duyacaksınız sona dair.
Küçük kız çok şeyi severdi. Kedileri, resimleri, çilekleri, ay ışığını, konuşmayı, yazmayı, dinlemeyi, duymayı, portakal çiçeklerini, ördek yavrularını... En çok da sevmeyi severdi.
Ama tek bir şey vardı ki kızı üzerdi: Kimi sevse kaçardı ondan. Kime takılsa gözleri, küçümseme görürdü küçük kız. Oysa sevdiği onca şey, nasıl da severdi kızı...
Hiçbir güzel şey ödülsüz kalmaz, bir gün kıza bir hediye geldi.
Küçük kızın onu sevdiğini söyleyen dudakları görünce ne kadar mutlu olduğunu bilebilir misiniz? Hediyesine duyduğu sevgi tüm sevgileri aşmıştı.
Ama ya ay ışığı, yazmak, portakal çiçekleri? Kız en sevdiği o yaratık için bunları bırakmaya razı olmamış mıydı?
O yaratık... Her zaman fazlasını isterdi. Hiçbir zaman güven duymamasına rağmen küçük kızdan bir çeşit bağımlılık oluşturmuştu. Kızın kaçmaya çalışmadığını zannetmeyin, kız bu hediyeden kurtulmak için çok çaba vermiştir ama nafile.
Tanrı, ona verdiği bu hediyenin karşılığı olarak kızdan kalbini ve tüm dengesini, tüm inandıklarını ve sevdiklerini çalmıştır. Tüm bu fedakarlığı görmeyen hediye - bundan sonra ondan "adam" diye bahsedeceğiz - ise sürekli ama sürekli farkında olmadan küçük kızın canını yakmıştır.
Ve kız, sonunda son bir fedakarlık yapmaya karar verir. Sahip olduğu her şeye karşılık adamın yanında bir saatçik kalmayı.
Ama adam ne kadar kızın acılarına kör olsa da, ondan böyle bir şeyi yapmasını açık isteyemez. Oysa o da ister, sevdiği o küçücük kızın bir saatliğine de olsa yanında olmasını.
Ve kız, yapmak istediğinden emindir. Kabul eder tüm şartları. Ve onu karşılıksız seven adama gitmek için bedeli öder.
Her gün, hava karardığında kız balkonuna çıkar. Güneşin son ışıkları bedeninde dans eder, küçük bir kuşa dönüştürür kızı. Kuş uçmaya başlar. Batıya uçar, güneşin battığı yere. Ta ki denize varana dek.
Kuş, sevdiği adamın yanına geldiğinde saat gece yarısını geçmiştir. Durmaksızın, ölçüsüz yolları aşıp gelen küçük kuş yorgun düşer. Ama adam okşar yumuşak kanatlarını, öpücükler kondurur. Kuş için bu, kilometlerce uçmanın tek ödülüdür.
Tam bir saati adamın avuçlarında geçirir, ve vakit dolduğunda tüm bu yoldan gerisin geri uçar. Günbatımıyla evine varır. Sanki bütün gece uyumuş gibi, kimseye sırrını açmadan eski hayatını yaşar gündüzleri.
Sevdiği adamla konuşamamanın verdiği acıyı bakışlarla gidermeye çalışır; her gece adamın onu pencerenin önünde beklediğini görünce zevkten adeta ölürdü.
"Konuşabilsen keşke..."
Kuş adama tarifi mümkün olmayan gözlerle bakardı.
"Ben de seni", derdi adam. Kuşu okşar, kanatlarını öperdi.
"Biliyorum, biliyorum..."
Küçük kuşun gözlerinden bir damla yaş düşerdi adamın kucağına.
Kış bastırmıştı... Kuş fırtınaların içinde uçarak geliyor, canını ortaya koyuyordu sevdiği adamla geçirdiği tek bir saat için. Adamsa onu dünya üzerindeki en büyük sevgiyle seviyordu.
"Gelme..." dedi bir gün. "Gelme, kışın geçmesini bekle." Bir öpücük kondurdu grimsi kanatlara. "Ne olur, ya bir şey olursa sana?"
Ama küçük kız onsuz yaşayamazdı ki; her gece gitti adamın yanına.
Yine okşadı adam onu, yine öptü. Yine kuş, adamın kucağında uyuyakaldı. Adam onu uyandırmaya korkar, yorgunluğunundan kendini sorumlu tutardı.
Bir gece, adamı biri çağırdı. Gitmek zorundaydı adam. Küçük kız için penceresini aralık bıraktı, gitti dönmek üzere.
Ama döndüğünde çoktan sabah olmuştu.
Gün ışığı, şiddetli rüzgarların örttüğü pencereye vururken, tuhaf bir ışık pencerenin önündeki donmuş kuş bedenini aydınlatıyordu...
Gözleri ışıldadı.
"Evet."
Hikayenin başı uzundur... Bir kendini adamaya şahit olacaksınız. Bir tutkuya ve bir acıya. Bir ölüme de. Küçük kuşun öyküsünü duyacaksınız. Küçük bir kızın nasıl öldüğünü öğreneceksiniz.
Hikayenin sonu uzundur; sadece bir cümle duyacaksınız sona dair.
Küçük kız çok şeyi severdi. Kedileri, resimleri, çilekleri, ay ışığını, konuşmayı, yazmayı, dinlemeyi, duymayı, portakal çiçeklerini, ördek yavrularını... En çok da sevmeyi severdi.
Ama tek bir şey vardı ki kızı üzerdi: Kimi sevse kaçardı ondan. Kime takılsa gözleri, küçümseme görürdü küçük kız. Oysa sevdiği onca şey, nasıl da severdi kızı...
Hiçbir güzel şey ödülsüz kalmaz, bir gün kıza bir hediye geldi.
Küçük kızın onu sevdiğini söyleyen dudakları görünce ne kadar mutlu olduğunu bilebilir misiniz? Hediyesine duyduğu sevgi tüm sevgileri aşmıştı.
Ama ya ay ışığı, yazmak, portakal çiçekleri? Kız en sevdiği o yaratık için bunları bırakmaya razı olmamış mıydı?
O yaratık... Her zaman fazlasını isterdi. Hiçbir zaman güven duymamasına rağmen küçük kızdan bir çeşit bağımlılık oluşturmuştu. Kızın kaçmaya çalışmadığını zannetmeyin, kız bu hediyeden kurtulmak için çok çaba vermiştir ama nafile.
Tanrı, ona verdiği bu hediyenin karşılığı olarak kızdan kalbini ve tüm dengesini, tüm inandıklarını ve sevdiklerini çalmıştır. Tüm bu fedakarlığı görmeyen hediye - bundan sonra ondan "adam" diye bahsedeceğiz - ise sürekli ama sürekli farkında olmadan küçük kızın canını yakmıştır.
Ve kız, sonunda son bir fedakarlık yapmaya karar verir. Sahip olduğu her şeye karşılık adamın yanında bir saatçik kalmayı.
Ama adam ne kadar kızın acılarına kör olsa da, ondan böyle bir şeyi yapmasını açık isteyemez. Oysa o da ister, sevdiği o küçücük kızın bir saatliğine de olsa yanında olmasını.
Ve kız, yapmak istediğinden emindir. Kabul eder tüm şartları. Ve onu karşılıksız seven adama gitmek için bedeli öder.
Her gün, hava karardığında kız balkonuna çıkar. Güneşin son ışıkları bedeninde dans eder, küçük bir kuşa dönüştürür kızı. Kuş uçmaya başlar. Batıya uçar, güneşin battığı yere. Ta ki denize varana dek.
Kuş, sevdiği adamın yanına geldiğinde saat gece yarısını geçmiştir. Durmaksızın, ölçüsüz yolları aşıp gelen küçük kuş yorgun düşer. Ama adam okşar yumuşak kanatlarını, öpücükler kondurur. Kuş için bu, kilometlerce uçmanın tek ödülüdür.
Tam bir saati adamın avuçlarında geçirir, ve vakit dolduğunda tüm bu yoldan gerisin geri uçar. Günbatımıyla evine varır. Sanki bütün gece uyumuş gibi, kimseye sırrını açmadan eski hayatını yaşar gündüzleri.
Sevdiği adamla konuşamamanın verdiği acıyı bakışlarla gidermeye çalışır; her gece adamın onu pencerenin önünde beklediğini görünce zevkten adeta ölürdü.
"Konuşabilsen keşke..."
Kuş adama tarifi mümkün olmayan gözlerle bakardı.
"Ben de seni", derdi adam. Kuşu okşar, kanatlarını öperdi.
"Biliyorum, biliyorum..."
Küçük kuşun gözlerinden bir damla yaş düşerdi adamın kucağına.
Kış bastırmıştı... Kuş fırtınaların içinde uçarak geliyor, canını ortaya koyuyordu sevdiği adamla geçirdiği tek bir saat için. Adamsa onu dünya üzerindeki en büyük sevgiyle seviyordu.
"Gelme..." dedi bir gün. "Gelme, kışın geçmesini bekle." Bir öpücük kondurdu grimsi kanatlara. "Ne olur, ya bir şey olursa sana?"
Ama küçük kız onsuz yaşayamazdı ki; her gece gitti adamın yanına.
Yine okşadı adam onu, yine öptü. Yine kuş, adamın kucağında uyuyakaldı. Adam onu uyandırmaya korkar, yorgunluğunundan kendini sorumlu tutardı.
Bir gece, adamı biri çağırdı. Gitmek zorundaydı adam. Küçük kız için penceresini aralık bıraktı, gitti dönmek üzere.
Ama döndüğünde çoktan sabah olmuştu.
Gün ışığı, şiddetli rüzgarların örttüğü pencereye vururken, tuhaf bir ışık pencerenin önündeki donmuş kuş bedenini aydınlatıyordu...
onun için bir yazı
Geçen gün biri benden bir şey istedi. Yapmamın zor olduğu bir şey. Ama yapmak zorundayım. Hayır; yapmak istiyorum.
Benden onu ona anlatan bir yazı yazmamı istedi. Ve bu yazıyı “sen” diyerek yazacağımı düşünüyorken yanılıyor, ama bu yazı onun için ve sanırım bu yeterli.
Galiba beni en çok sarsan kısımlardan başlamalıyız...
İlk defa birinin önünde eğiliyorum. Her anlamda. Ona yalvarışım... Devam etmesi için yalvarışım; gitme, diye yalvarışım ve şu hiç söz kullanmadan yapılan yalvarış. Asıl canımı yakan şey, hala inanmamasıdır. Ve en kötüsü de, ona kızamıyorum.
İşte, o...
Onu askeri bir başarı olarak görebilirdim.
Onu ilerde kullanabileceğim bir insan olarak görebilirdim.
Ona yalan söyleyebilir ve yanlış şeye inandırabilirdim.
Onun sadece yazı yazmaya yarayan bir kalem olduğunu da düşünebilirdim.
Ama bunların hiçbirini yapmadım.
Gittim ve bana en zarar verecek şey olduğunu bildiğim şeyi yaptım:
ona aşık oldum.
Bir zaaf, bir hata? Hayır, hiçbiri.
Bir zafer de olduğunu söyleyemem. Çünkü o, üzerinden tartışmalar yapabileceğim bir nesne değil. O...
Bilmiyorum.
Çok eskiden defterime karaladığım bir cümle geldi aklıma:
“En büyük kölemiz, ve yine odur tek sahibimiz...”
Bunu neyi düşünerek yazdım bilmiyorum. Yani böyle bir durum için kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi.
Çoğu zaman onunla savaşıyormuşum hissine kapılıyorum. Yazmak için yararlı, ama kendimi hırpaladığımı biliyorum; ve onu da sanırım.
Ama savaş bittiğinde, o yorgunlukla yaptıkları...
Bu mutluluğu asla savaşmadan vermiyor.
Canımı yakmadan en harika kelimelerini söylemiyor. Bunun farkında olmadığını zannediyorum. Öyle mi acaba?
Bir önemi yok, bu yazıyı ona yazmam gerekirdi.
Şimdi en baştan deneyeceğim.
Onu da sürekli en baştan öğrendiğim gibi...
Benden onu ona anlatan bir yazı yazmamı istedi. Ve bu yazıyı “sen” diyerek yazacağımı düşünüyorken yanılıyor, ama bu yazı onun için ve sanırım bu yeterli.
Galiba beni en çok sarsan kısımlardan başlamalıyız...
İlk defa birinin önünde eğiliyorum. Her anlamda. Ona yalvarışım... Devam etmesi için yalvarışım; gitme, diye yalvarışım ve şu hiç söz kullanmadan yapılan yalvarış. Asıl canımı yakan şey, hala inanmamasıdır. Ve en kötüsü de, ona kızamıyorum.
İşte, o...
Onu askeri bir başarı olarak görebilirdim.
Onu ilerde kullanabileceğim bir insan olarak görebilirdim.
Ona yalan söyleyebilir ve yanlış şeye inandırabilirdim.
Onun sadece yazı yazmaya yarayan bir kalem olduğunu da düşünebilirdim.
Ama bunların hiçbirini yapmadım.
Gittim ve bana en zarar verecek şey olduğunu bildiğim şeyi yaptım:
ona aşık oldum.
Bir zaaf, bir hata? Hayır, hiçbiri.
Bir zafer de olduğunu söyleyemem. Çünkü o, üzerinden tartışmalar yapabileceğim bir nesne değil. O...
Bilmiyorum.
Çok eskiden defterime karaladığım bir cümle geldi aklıma:
“En büyük kölemiz, ve yine odur tek sahibimiz...”
Bunu neyi düşünerek yazdım bilmiyorum. Yani böyle bir durum için kullanacağım aklımın ucundan geçmezdi.
Çoğu zaman onunla savaşıyormuşum hissine kapılıyorum. Yazmak için yararlı, ama kendimi hırpaladığımı biliyorum; ve onu da sanırım.
Ama savaş bittiğinde, o yorgunlukla yaptıkları...
Bu mutluluğu asla savaşmadan vermiyor.
Canımı yakmadan en harika kelimelerini söylemiyor. Bunun farkında olmadığını zannediyorum. Öyle mi acaba?
Bir önemi yok, bu yazıyı ona yazmam gerekirdi.
Şimdi en baştan deneyeceğim.
Onu da sürekli en baştan öğrendiğim gibi...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)