Yağmurlu bir akşam, iliklerine kadar ıslak döndü eve; ertesi gün öksürmeye başladı; bir hafta öksürdü, sonra yataklara düştü.
Bir hastabakıcı kadın tutmuştum.Bu kadın, verilen ilaçları içiriyordu. Ben boğazım
hıçkırıklarla düğümlenmiş halde konuşuyordum onunla. Alnı nemliydi, avuçları ateşler içinde yanıyordu; bakışları parlak ve mahsundu. Kesik kesik bir şeyler söylemeye çalışıyordu. Neler söyledik birbirimize? Unuttum artık bunları; hepsini, hepsini unuttum.
Ondan sonrasını hatırlamıyorum artık. Bir papaz gördüm: "Metresiniz," diye konuşmaya yelteniyordu. Bunu söylemeye hakkı yoktu. O, benim metresim değildi;
anam, babam, kardeşim, sevgilim, Tanrım, her şeyimdi. Bu kaba herifi kovdum, onun yerine bir başkası geldi. İyi kalpli, iyi huylu bir adamdı; bana 'sevgilimden' söz açınca acı acı ağladım.
Gömülme işi için binbir şey soruyorlardı; hiçbiri hatırımda kalmadı; yalnız tabutu ve tabutu çivileyen çekiçlerin tok seslerini hatırlıyorum. Ahhh, Tanrım!
Onu bir çukura gömdüler. Birkaç kişi, birkaç dost mezarlığa kadar gelmişlerdi. Daha fazlasını görmek istemedim. Kaçtım, deliler gibi, serseriler gibi dolaştım sokaklarda. Bir otelde sabahladım o gece ve ertesi sabah uzun bir yolculuğa çıktım.
Tekrar evimize gittim. Her şey bıraktığım gibi yerli yerinde duruyordu. Panjurlar kapalıydı; eşyayı hafif bir toz tabakası kaplamıştı; yatak odasının duvarında bir kombinezon asılıydı; baş yastığında bir çukur vardı. Onun hayatından arta kalan bu eşyayı görünce, öylesine yırtıcı, öylesine yıpratıcı bir acıya kapıldım ki, pencereyi açıp kendimi boşluğa fırlatma arzusunu güçlükle yenebildim.
Sevdi, sevildi, öldü.
Alnımı toprağa koydum, hıçkırmaya başladım. İşte o buradaydı, bu toprağın altında çürüyüp gitmişti. Bu ne korkunç şeydi Tanrım!
Uzun süre, uzun bir süre kaldım orada. Hava yavaş yavaş kararıyordu. Birdenbire çılgınca bir arzuya kapıldım: Bu son geceyi sevgilimin yanında geçirmek. Ama beni görürlerse çıkarırlardı mezarlıktan; çünkü mezarlıkta gecelemek yasaktı. Bir hileye başvurmak zorundaydım; başladım bu kayıp gitmiş hayatlar dünyasında başıboş dolaşmaya.
Nasıl bir geceydi bu Tanrım, nasıl bir korkunç geceydi. Ayışığı yoktu; zifiri karanlık koyu bir perde gibi yeryüzüne abanmıştı. Bu eğri büğrü, daracık yollar sıra sıra serviler, mezarlar arasında aldı beni bir korku, bir dehşet: Sağımda, solumda, önümde, arkamda mezarlar, mezarlar, mezarlar. Mezarlardan birinin üstüne çöküverdim, çünkü bacaklarımda bedenimi taşıyacak yük kalmamıştı artık.
Böyle ne kadar kaldım orada? Korkudan felce uğramış gibiydim; sarhoş gibiydim; köpekler gibi ulumak; uluya uluya gebermek istiyordum.
Birdenbire sarsıldım: Bana üstünde oturduğum mezar kapağı kımıldıyormuş gibi geldi; evet. Evet, yanılmıyordum; birisi içerden sırtıyla bu kapağı kaldırıyordu. Bir sıçrayışla kendimi karşıdaki mezarın üstüne attım ve gördüm: Kapak taşı dimdik doğrulmuş, içindeki ölü dışarı çıkmaya, kambur sırtıyla hala mezar kapağını kaldırmaya çalışıyordu. Karanlık geceye rağmen görüyordum bunu; çok iyi görüyordum.Mezardaki kitabeyi okudum:
Burada Jak Olivan gömülüdür.
Ellibir yaşında öldü.
Herkesin sevgisini kazanmış,
namuslu, temiz bir insandı.
Tanrı'nın rahmetine kavuştu
ve mekanı cennet oldu.
Şimdi, mezarından çıkan ölü de kitabesine yazılmış olan bu satırları okuyordu. Uzun uzun okudu , sonra yerden sivri bir taş aldı, yazıları dikkatle kazımaya başladı. Çukur gözlerini harflere dikerek, teker teker, yavaş yavaş hepsini kazıdı, sonra, vaktiyle şahadet parmağı vazifesini gören el kemiğinin ucuyla, fosfor gibi parıldayan harflerle şu satırları yazdı:
Burada Jak Olivan gömülüdür.
Ellibir yaşında öldü.Kaba
davranışlarıyla, mirasına konmayı
tasarladığı babasını öldürdü.
Çoluk çocuğuna çok eziyet etti.
Çalabildiği kadar çaldı
ve sersefil öldü.
Yazısını bitiren ölü, kendi eserine hayran hayran baktı. Bense çevreme bakınca dehşete kapıldım. Gördüm ki, bütün mezarlar açılmış, ölülerin hepsi dışarı çıkmışlardı. Jak Olivan gibi onlar da mezarlarına yazılan yalanları silmişler, onların yerine gerçek kimliklerini, gerçek karekterlerini gösteren şeyler yazmışlardı.
Gördüm ki, hepsi de hayatları boyunca yakınlarına, çoluk çocuklarına karşı gaddar, kinci, namussuz, iftiracı, yalancı, hilekar, gammaz, kıskanç, hoyrat davranan yaratıklar olmuşlardı; lekesiz sayılan o iyi huylu babalar, sadık eşler, itaatkar ogullar, bakir kızlar
namuslu tüccarlar çalmışlar, çırpmışlar. aldatmışlar; en iğrenç, en karanlık, en yüz kızartıcı işlere karışmışlardı. Ve şimdi, hep birden mezarlarının kitabelerine, dünyadakilerin bilmedikleri, ya da bilmez göründükleri gerçekleri yazmışlardı.
Acaba o ne yazmıştı? Melekler kadar masum ve temiz olan o, ne yazabilirdi ki? Bir şüphe kalbimi burktu ve bu kez, artık onun mezarını kolaylıkla bulacağıma inanarak, yarı açık sandukalar, kadavralar, iskeletler arasında koşa koşa yürüdüm.
Kefeninin ucuyla güzel yüzünü yarı yarıya örtmüş olmakla beraber uzaktan tanıdım onu.
Mermer haçın üzerinde az önce okuduğum:
Sevdi, sevildi. öldü.
kelimelerini silmişti. Onların yerine şu satırları okudum:
Sevgilisini aldatmak için
evden çıktı, yağmura tutuldu,
soguk aldı ve öldü.
Beni, gün doğarken, bir mezarın üstünden yarı cansız kaldırmışlar.